23 May 2013

Duyarsız Monologlar - 2


Tüm bunları geçmiş zaman kipiyle anlatmış olmam size şu an farklı bir yerde farklı koşullar altında olduğumu düşündürdü büyük olasılıkla. Bu doğru değil. Hala oradayım. Fakat küçük bir farkla, artık yaşamıyorum. Yani öyle zannediyorum. Soluk alıp vermek veya vücudumu hareket ettirebilmek gibi yaşamsal belirtiler artık benden tekrar ulaşılamayacak derecede uzak. Tuhaflık şu ki; gözlerim ve kulaklarım yaşayan insanlarınki kadar sağlıklı işliyor. Açık kalan gözlerimi hareket ettiremiyor olmama karşın, sabitlendiği bölgeyi rahatlıkla görebiliyorum ve penceremin dışında tüm hızıyla akmayı sürdüren hayata dair seslerden tutun da evin mutfağı ve tuvaletinde bir delikten diğerine koşuşturan farelerin çıkardıkları tıkırtılara kadar her şeyi duyabiliyorum. Örneğin şu anda üst katlardan birinin balkonundan biri halı silkeliyor. Bir kadın sokakta bağrışa bağrışa top kovalayan çocuklara küfredip üzerlerine su döküyor. Suyun yere düştüğü anda çıkardığı tiz sesi dahi duyabiliyorum. Görmek konusunda duymakta olduğu kadar şanslı değilim maalesef. Sadece odaklandığım yeri, yani gövdemim bir kısmını görebiliyorum. Kafam koltuğa yasladığım yerden sola meyletmiş olmasına rağmen gözlerim kucağıma bakar kalmış. Ne yapsam, ne kadar uğraşsam nafile. Azıcık bile değiştiremiyorum görüş alanımı.

 

Ne sebeple öldüğümü bilmiyorum. Bunun için otopsiye ihtiyaç var sanırım. Daha öncesinde ise, otopsi talep edecek bir yakına tabii ki. Böyle bir girişimde bana ıstıraptan başka bir şey vermezdi şu vakitten sonra. Yalnızlığımdan böyle bir fayda sağlayacağım asla aklıma gelmezdi. Akciğer yetmezliği, kalp krizi, alkol zehirlenmesi gibi bitişler benim gibiler için uygun birer son olurlardı. Uykumda bunlardan birini yaşamış olmam kuvvetle muhtemel. Sığ tıp bilgimi, son birkaç senedir yaşadığım sağlık problemleriyle birleştirerek yürütebildiğim tahminler bunlardan ibaret. Yalnız gözlerim açık öldüğüm düşünülünce ani bir şok geçirdiğim veya şiddetli bir acı çektiğime kanaat getirilebilir. Her ne olduysa çok kısa sürdüğü kesin. Hiçbir şey anımsamıyorum. Belki hep böyle oluyordur, bilemiyorum…

 

İlk gençliğimde, geceleri kilitlenip, hiçbir uzvumu hareket ettiremediğim, tüm uğraşlarıma rağmen dudaklarımdan dışarıya tek bir ses gönderemediğim olurdu. Küçücük bir devinim yahut tek bir hece bedenimi bağlayan zincirleri kırmaya yetecekti ama bir türlü olmazdı. Bu tutukluğun etkisini günlerce atamazdım üzerimden. Bu karabasan beni hep uyku halinde yakaladığından tek çaresinin uyumamak olduğunu sanır, tüm gece beni ayakta tutacak tedbirler aranır dururdum. Şu halim bana o günlerdeki kabus gecelerimi anımsatsa da arada çok önemli bir fark var. Tüm varlığıma – ne kadar kaldıysa – hakim sonsuz bir dinginlik. Kaybettiğim fonksiyonların değil de hala sürmekte olanların beni rahatsız ettiğini söyleyeceğim.

 

Türlü sesler ve tek bir görüntüyle bir tam gün geçirdim bulunduğum yerde. Gündüzü, içinde bulunduğum vaziyeti idrakle geçirdim. Gece çöktüğünde artık bu yeni halimi kabullenmiş, akıbetimi bekler olmuştum. Ne zaman ve ne şekilde farkıma varılabilirdi? Bunu sağlayacak bir girişimde bulunamayacağıma göre beklemekten başka çarem yok. İsteyip istemediğimden de emin değilim. Burada ikamet ettiğim süre boyunca mahalle halkıyla neredeyse hiç iletişim kurmadığımdan yokluğumu (cansızlığımı) fark etmeleri uzun zaman alabilir. Esnafla yaşanan zorunlu diyaloglar dışında monologlarla yaşayan bir insandım. Ölmek benim için hiçbir şeyi değiştirmedi. Canlı monologların yerini ölü monologlar aldı. Gece devrildi. Güneş gücünü ispata çalışırcasına şiddetle parlıyor, sızmadığı kuytu bırakmıyor. İlerleyen saatlerde bezecek olan bu kavurucu ışık ikinci defa vuruyor çürümekte olan tenime perdelerden sızarak. Kışın ortasında bir güneşli gün daha. Hayattayken de sevmezdim böyle günleri. Kalabalık sokaklarda kolaylıkla fark edilir, sığındığımız kuytulardan kovalanırdık. Şimdi de etlerimin çürüyüp dağılmasını hızlandırıyor, dayanılmaz bir kokuyla dolduruyor odayı. O korkunç sokak insanları. Civarda dolanıyorlar.

 

Gece çöktüğünden bu yana buralardalar. Gene ne istiyorlar? Seslerini duyuyorum. Etrafa yaydıkları korkuyu hissediyorum. Bir şey tartışıyorlar. Metalik sesler geliyor kendi sesleriyle beraber. Duyabileceğim kadar yakındalar artık. Bir tanesi kapının kilidini kırıp içeri girmekten bahsediyor. Bir başkası ise kilide bir anahtar uydurmalarının daha doğru olacağını, böylelikle hissettirmeden, ihtiyaç duydukları her gece kömürlükleri kullanabileceklerini anlatıyor. Bu son cümle beni rahatlattı. Buraya girmek değil maksatları. Demir kapı engelini aşıp yeni kömürlüklere girmenin yollarını arıyorlar. “Üç kişiye altı kömürlük, bir oda bir salon kullanır, keyif çatarız” deyip gülüşüyorlar. Üçüncü adam diğer ikisi kadar neşeli değil. Bağıra bağıra, küfrede küfrede sindiriyor ortaklarını. Derinlemesine öfkeli. Kilidi, kapıyı, duvarı... Hepsini kıralım diye haykırıyor. Amacı sığınmak değil. Dert olmak, sıkıntı çektirmek, korkutmak. Gecenin sadakatine bu korkunç adamların gölgesi düşüyor, gündüz ise aleni düşmanlığına devam ediyor.
...
 
 
 DipNot: Hikayenin ilk bölümüne ulaşmak isteyen arkadaşlar buna bi tıklasınlar.

Hiç yorum yok :

Blogger Witget