29 Eki 2014

Kan Kırmızı





Bir çok dilde aynı sözcükle ifade edilmesine karşın Türkçede “aşk” ve “sevgi” diye iki ayrı sözcüğümüzün olması ne güzel! Bunlar aynı kavramlar değil çünkü. Sevgi, annemize, babamıza, oğlumuza, kızımıza, kardeşlerimize karşı duyduğumuzdur. Onlara âşık olduğumuzu söylemeyiz. Sevgidir bu, katıksız, katışıksız. Âşık olduğumuz kişiyi de seviyoruz; ne fark var arada, diyor musunuz? Âşık olduğumuz da en çok sevdiğimiz kişi değil midir? Âşık olmak, sevmenin bir ileri boyutu sayılmaz mı? Aşkın tanımı, bütün kalbimizle sevmek, varlığımızı adayacak kadar sevmek değil mi? Böyle sorular geliyor mu aklınıza?

Aşk ile sevgi arasında bir akrabalık vardır var olmasına; ama aralarında müthiş bir şiddet farkı da vardır. Sevgi hayvan olsaydı yumuşak tüylü, sokulgan bir kedi olabilirdi; aşk ise yırtıcıdır. Hayvan olsa panter, kaplan, aslan olabilir ancak. Sevgi bitki olsa alçakgönüllü bir papatya, bir dağ lalesi, bir kır menekşesi olabilir. Aşk ise ya ısırgandır ya da kaktüs. İçki olsa sevgi, yumuşak bir içki olur. Bayramlarda kahvenin yanında ikram edilen likör olur sözgelimi ya da kutlamalarda patlatılan şampanya. Aşkın içki hali ise vurdu mu deviren türden olsa gerek. Ya rakı ya tekila ya viski. Renk karşılıklarını da düşünelim mi? Sevgi ya uçuk mavidir ya tozpembe. Aşk? Aşkın tek rengi vardır: Kan kırmızı.

“Seversin alamazsın aşk olur.” demiş Âşık Veysel, öyle midir gerçekten? Öyle sayılır. Aşk bencildir. İlle de kavuşmak ister. “Benim olmazsa toprağın olsun.” yalnız eski Yeşilçam filmlerinden duyduğumuz bir replik değil ki! Hayatta da karşılığı var. Gazetelerin üçüncü sayfa haberlerinin çoğu aşk cinayeti haberi değil mi? Demek ki aşkın cinayeti de var. Peki, “sevgi cinayeti” diye bir cinayet türünü duyan var mı? Hayır, değil mi? Sevgi öldürmez çünkü. Sevgi bakar, kollar, korur. Öldüren aşktır.

İkisi de biter, bitebilir. Çok sevdiğiniz birinin tek bir sözü yaralamışsa sizi artık onu sevmez olabilirsiniz. Bir tel kopmuştur içinizde, bir çiçek boynunu büküp solmaya durmuştur. Aşk da biter. Hatta belki de bittiği için aşk olur. Sürgit devam eden aşk yoktur. O şiddette bir duygu ömür boyu yaşanmaz çünkü. Yüksek gerilim gibi bir şeydir aşk ya da hadi abartmayalım, cereyan çarpması gibi bir şey olduğunu söylemekle yetinelim. Ama şiddetlidir. Kalp atışını hızlandırır; tansiyonu yükseltir; dizlerin bağını çözer; elleri, ayakları titretir. Bir insan bu durumda kaç yıl yaşayabilir ki? Evlilik aşkı öldürür, derler. İyi ki öldürür; yoksa bu şiddette devam eden bir aşkın kendisi insanı tez zamanda öldürür. Evliliklerinin yirminci, otuzuncu yılında hâlâ karısını / kocasını karşısında görünce kalbi hızla çarpmaya başlayan, tansiyonu yükselen, dizlerinin bağı çözülen, elleri, ayakları titremeye başlayan bir insan düşünebilir misiniz? Hangi bünye dayanır bu şiddetteki hallere? Öyleyse aşk da biter, bitmek zorundadır. Ama aşkın bitişi, öyle sessiz sedasız olmaz. Kırar döker biterken; yıkar yakar. Ilıman bir sevgiye dönüştürmek hüner gerektirir. Aşkın en kolay dönüşeceği şey, kendi zıddı; yani nefrettir.

Sevgi iyidir, aşk kötüdür mü diyorum? Hiç olur mu? İkisi de insana özgüdür, insancadır. Bakın ne demiş Yunus Emre yüzyıllar önce.

“Aşk gelicek cümle eksikler biter
Bitmez ise ko ki kalsın n’olusar”
(Aşk gelince bütün eksikler biter, bitmezse de kalıversin ne olacak)

“Yunus Emre insan aşkını söylemiyordu.” mu diyorsunuz. Diyelim ki insan aşkıdır, ne olacak?

10 Şub 2014

Büyük



Dışarıda hava karardı. Odanın içindeyse kısmen direnen soluk renkli bir lamba var. Bense bir koltuk üzerinde ne kadar hareketsiz kalınır konulu anlamsız ve bir o kadar da sıkıcı bir çalışma içindeyim. İçerideki duman birbiri ardına körüklenen sigaralardan mütevellit ve ben buna inat gözlerimi de hiç açmıyorum. Arkada fon müziği olarak İspanyol bir adam doğal olarak İspanyolca bir şarkı söylüyor. Ne dediğini anlamıyorken bile sevdim ben bu İspanyolu ama İspanyolca öğrenmenin yeri değil henüz. Bir şarkı İspanyolca olup içinde senin anlayacağın en ufak bir şey bulunmazken bile seni ağlatabiliyorsa durum vahim demektir. Ağlarken aynı zamanda kendi kendine konuşmaya başlamışsan durum daha da vahim demektir.

Hayatın kaçta kaçı kendi kendini kandırmalardan ibaret acaba, yüzde bu kadarında uyuyup yüzde şu kadarında yemek yerken biz yüzde kaçında kendimize yalanlar söyleyip bir yanımız yıkılırken diğer yanımız onu tutmaya çalışıyoruz? Sonra da bu tutmalar bir fayda vermeyince artık tutulan ve tutan olarak beraber aynı uçuruma yuvarlanıyoruz. Kaçımız dibini görmeye çalıştı şişelerin, içki masalarının anlamsızlığında giden sevdalara bayatlamış mezeler tadında şiirler yazdı? Hangimiz şarkılar söyledi her nakaratına elinden uçurduğu güvercinini saklayarak?

Hayat büyüdükçe acımasız, giderek daha az yanlış, daha çok doğru götürüyor. Bazen yapılan doğrulara çok yazık oluyor. Oysa ben geride kalanları özlüyorum. Bir küçük plastik topun peşinden koşmayı. Yara bere içindeki zayıf ve kirli bacaklarımı, hayatın sadece oturduğumuz mahalleden ibaret olduğunu sandığım zamanları özlüyorum. Kimseyi aldatmadığım ve kimsenin de beni aldatmadığı zamanları…
Hayat büyüdükçe acımasız, artık bacaklarım daha kalın ve yarasız ama daha derin yaralarım var yüreğimde ve büyüyünce geçmiyorlar. İçime gittikçe daha çok şey saplanıyor ve bunları çekip çıkarmaya bir tane cımbız yetmiyor.

 

Dışarıda hava karardı. Odanın içinde ise kısmen direnen soluk renkli bir lamba var. Bense bir koltuk üzerinde ne kadar hareketsiz kalınır konulu anlamsız ve bir o kadar da sıkıcı bir çalışma içindeyim. İçerideki duman birbiri ardına körüklenen sigaralardan mütevellit ve ben buna inat gözlerimi de hiç açmıyorum. Gözyaşlarımı görmüyorum…

 
Kendine yalanlar söyle, mutlu ol...

3 Şub 2014

Soğuk


Biraz erken oldu farkındayım ama sana dair yazmak geldi içimden. Biliyor musun, kalbimden sonra aklım da bölündü oda oda. Gün içinde vaktimin çoğunu geçirdiğim bir oda var, kocaman bir salon. Orada bütün gün seninleyim sanıyorum, ama sonradan anlıyorum bütün gün yokluğunla beraber olduğumu.


Biliyorsun, sonbaharları ölüm mevsimi olarak nitelerim ve sevmem. Bu yazıyı da sonbahar psikolojisiyle yazıyorum, zaten havalar da soğuk… Kapalı havalarda yağmur camlara çarpıyor, bazen o camlarda silüetini görüyorum, koşuyorum ama yetişemiyorum. Pencereden süzülürken yağmur damlaları, benim de gözyaşlarım süzülüyor yanaklarımdan. Bedenim titriyor, çok üşüyorum…


Gelip de beni ısıtmanı bekliyorum, unutuyorum o odada yokluğunla beraber olduğumu. Mecbur kalkıyorum yerimden, ısınmak için kalorifere sarılıyorum sanki sana sarılırmışcasına. Burnuma güzel kokular geliyor, sahi bu senin parfümün mü yoksa? Seni hiç görmedim üzerine parfüm sıkarken. Neyse, kalktığım köşeye geri dönüyorum, simsiyahlarla kaplı o soğuk duvar parçasına… Oturuyorum, yer altından sızmakta olan petrol gibi içimi sızlatan bir şey var.


Nedensizlik kurcalıyor kafamı, bu yaşadıklarımın bir anlamı olmalı diyorum, aklım karşı çıkıyor. Ben onunla savaşırken hava da kendini siyaha teslim ediyor. Boğuluyorum karanlıklarda, yanımda yok... Elimi uzatıyorum boşluğa düşen elimi yine kendim tutuyorum. Geceye akıyor yokluğunla cezalandırılmış zavallı gözyaşlarım. Yorgun düşüyorum, çiçeklerle değil de acıyla süslenmiş hayata. Ama asıl canımı acıtan ne biliyor musun? Tanrının, bizi farklı zamanlarda farklı hayatlara göndermiş olması. Senin cennette, benimse hayattaki cehennemde olmam. Fani hayatta kısacık bir hayat yaşamış olsan dahi orada mutlusundur belki. Ama bil ki; bu fani hayatta ben her gün yokluğunla ölüyorum. Hadi ne duruyorsun, bizi öldüren hayata kaldıralım kadehlerimizi! Kim bilir belki bu sonbahar var oluruz...

 

11 Oca 2014

Gökkuşağı Hayat



 
 
Sesimin rengi yoktu.
Kanım kırmızı
aksa da...
Duygularımın rengi yoktu
Yapraklar yeşil
olsa da...
Hayallerimin rengi yoktu
Gök maviye
 bulansa da...
Her şeyde bir renk olsa da
Bende yoktu...
Saçım, gözüm
, kaşım
Hatta elbiselerim rengarenk olsa da
İçimdeki yoklamanın
Bir adı yoktu
-Yüreğimin rengi olmaması gibi...-
Bir tenhada kalan inançlarım,
Bile bile susmuştu
-Susmanın rengi olmadığını bilse de...-

Rengarenk dünya
da,
Deniz, gök, orman, hayatlar
Çeşit çeşit renge bulansa da,
Ben renksizdim.
Ruhumun yalnız limanında
Usulca renksiz bir hayale uyuyorken
-Uykunun da bir rengi olmadığını bilerek-
Dalıyordum bir hayale,
Sağı solu belli olmayan
Gökkuşağı hayatlarda
Bir renk bulmaya...

29 Kas 2013

Hoş(t)Çakal




Manasına her zaman dikkat etmeden dilimize sakız ettiğimiz kelimelerdendir hoşçakal. Her telefon görüşmesinden ya da her selamlaşmadan sonra basitçe hoşçakal der vedalaşırız. ”E ne var bunda? Konuştuk görüşürüz, hoşçakal dedik ayrıldık, ne bekliyorsun?”
Ben bir şey beklemiyorum aslında, bu kelimeyi söylerken sen ondan bir şey bekliyorsun ama farkında değilsin… Ayrılıkta son kelime hep ne olur? Hoşçakal. Eskiden bir kağıda yazılırdı, sonra Messenger, e-mail, sms derken şimdi son trend WhatsApp yoluyla basitçe yazılmış bir hoşçakal her şeyi bitiriveriyor bir çırpıda.

Ayrılıyorsun, onu yarım bırakıyorsun ve hoşçakal diyorsun ondan hoşça kalmasını bekliyorsun. Hoşluk mu bıraktın insanda öyle olmasını bekliyorsun? Bitirdin, ömrünü yedin, saçlarını ağarttın, kalbini ağrıttın, bin bir dert verdin ondan sonra hoşça kal! Ayrılık yaşamış birisiyle konuşun size dert yanacak, “bir hoşçakal bile demedi.” Arkadaşım sen hoş kalacak mıydın deseydi? Bir düşün allasen kelimenin sana gelişini, dalga geçer gibi, ya ben seni ortada bırakıyorum ama sen takma hoşça kal.

Bu arada baktığım açıyı hemen değiştirebilirim: Her şey buraya kadarmış bitti artık, hoşçakal. Birbirimizi üzdük evet ama daha fazla yıpratma kendini lütfen hoşça kal, sen çok hoş bir insansın ve hep hoş kal. Örneklerle çoğaltabilirim ama bunları yazıyorken bir yandan da kendimi yiyorum, yahu üzülüyorum zaten bir de o üzüntü beni maymuna çevirmiş, daha aylarca yaratık gibi gezerim ortalıkta nasıl hoş kalayım! Yok valla siz ne düşünürsünüz bilmem ama ben bu kelimeye tek açıdan bakıyorum ve hiç haz etmiyorum.
Ayrılıklarınızın bile daha anlamlı kelimelerle gerçekleşeceği ilişkiler yaşamanızı diliyorum.
Blogger Witget