25 Nis 2013

Korku, Korkmak ve Korkarız



karanlıktan korkmak yerine dokunmayı denemelisiniz
 
 
 
  Biliyordum, tüm zamanlar yalandı. Yağmurun birdenbire bastırıp sonra aniden durduğunda peşinden açan güneş gibi. Geçici… Sayılı... Uzatırdım ellerimi yokluğum var olmaya dönsün diyerek.  Acı çekilmeden mutluluk yolunda atılan her adım, aslınsa geriye dönüşün bir başlangıcıydı.

- Korkuyorsun!
- Niçin?

 

 
İşte bunu bilmiyordum.  Gün bitip de gece karanlığında yalnızlaşan büyük, çok büyük insanlardık biz. Büyük ama, gitgide küçülen ve ezilen. Böyle zamanlarda gıptayla baktığım çocukluğuma dönerdim. Kovalanmalarıma, bitmez oyunlarıma, her bitimden yeniden doğan sıcak ve sonsuz düşlerime. Her çocukluk bir anlaşılmazlıktı aslında ve o da yalandı. Sonrasında unutulacak; ama arada bir şöyle akla geldiğinde “tekrar çocuk olsak da”  diye başlayan soğuk bir cümleyle anlatılmaya başlanacak.

- Evet korkuyorum.
- Niçin?

 

Geçtikçe değişmeyen soru.   ahh Öğrenme merakı işte.  Bir bütün olarak yaşamı değil de hep seni, onu, diğerini. Sadece tek bir kişiyi…  Oysa sonsuzluk vardı. Sınırları olmayan koca bir dünya. Tek ve büyük.  Ne kadar önemliydi, düşüncenimiz ne kadar azdı. Sıkışmışlık. Kendimizle kalınan ve ötesi bilinemeyen bir bilinmezlik.

 

Keşkelerle kalırdık. Olmasaydılar, yapılmasaydılar, tüh’ler, vah’lar… Yaşam akardı. Belgelere takılır, kalırdık. Çalan telefonlarda, tutturulamayan ve neden böyle olduğu anlaşılamayan hesaplarda. Bir ağacın gölgesinde oturup da dalmış mıydık hiç? Serin rüzgar yüzümüzü yalarken, hep bir yerlere dikili bakışlarımızı gökyüzüne çevirerek  hayır. Her ölüde kendimizi görmüştük. Yere yatırılanın yerine kendi cansızlığımızı koyarak.

- Korkuyoruz.
- Niçin?

 

Tüm zamanlar yalandı ve biz, her birimiz, diğerine yabancıydık. Ne ırksal, ne de başkaca. Kendimize de uzaktık. Yaratılanın içinde kalandık. Uymalı ve uydurmalıydık. Tüm sevişmelerimize ortak etmeli, tüm ayrılıklarımızda yapıldığı gibi durup düşünmeliydik. Çözüm, o nasıl olsa bulunurdu. Bırakmalıydık. Sorgu birinin, bir başkasına sorduğuyla kalmalıydı. Ben dışında olmalıydı. En sonunda yaşlanırdık. Hayatı tecrübe(!) etmiş(lik) birikim. Boş… boş…

 
Bir dünya olmalı. Benden, senden, ondan, herkesten kurulu. Bilmeli. O zamanlar tüm zamanlar peşimizden gelir, yalansız.

- Korkarız!
- Yapmayın ne var bunda…

16 Nis 2013

Ne İzleyeceğine Yardım İstersen


Selam blogırcanlar ve okuyucucanlarım,

Uzun süredir sizinle birebir konuşmadığımı farkettim ve bu yazıya başladım. Şu sıralar pek öyle anlatılacak bir şeyler gelişmedi hayatımda. Danstır, okuldur, derstir, tipik vakit geçirme uğraşlarıdır yuvarlanıp gidiyoruk işte. Twitterdan veyahut bebeğimin blogundan okuduğunuz üzre Sadakat'im geldi onunla neşeli bi kaç gün geçirdim. Onun dışında hayatımın içinde varolanlarla geçinip gidiyorum be blog.

Size böyle, önceki yazılarıma nazaran daha konusuz bir giriş yapmamdaki amacı söyliyeyim. Biliyor musunuz ben bu aralar bi kaç film izledim. Ben ki pek öyle film izlemeyen kişiliktim ta ki Sadakat'imle bi film seansı yaptık, onun o konu anlatırkenki heyecanından etkilenerek izlenecek film klasörüme girdim ve "ne izlesem , ne izlesem" diye dolandım. Bi de sanki sinema eleştirmeniymişim gibi izleyeceğim filmler hakkında yorumlar olsun puanlamalar olsun kalite kontrol yaptım. Şimdi nette boş boş geçireceğim zamanı neden boş bi filmi izleyerek geçireyim dimi. Gözüme hoş görünenleri seçtim ve izledim. İşte şimdi siz bu blogun ilk defa film tanıtımı yapışına şahit olacaksınız. İyi okumalar anacım.



İlk filmim Hotel Rwanda oldu. Kaliteli ve gerçekten yaşanmış bir olayı anlatması filmi daha da etkili kılmış.Rwanda Katliamı hakkında bilgi edinmek için güzel bir kaynak denilebilir. Filmde bize çok uzak bir coğrafya olan Rwanda halkının içinde yaşadığı bölünme anlatılıyor. Coğrafya olarak ne kadar uzaksa insan ve zihniyet olarak o kadar bize yakın bir yer Rwanda. Ten renklerine göre ve burun yapılarına göre halk ikiye ayrılıyor ve biri diğerine acımasızca işkence edip öldürüyor. Filmin başrolü olan Paul ve eşi ise bu iki halktan biri. Paul işkence eden tarafken eşi işkenceye uğrayan oluyor. Bu işkenceye devletin polisi ve ordusu bile engel olamıyor. Paul'un çalıştığı Fransa ile bağlantılı olan bir otelde geçiyor filmin çoğunluğu. Belki bu yönden eksik diyebilrim, çünkü katliamın boyutunu bir kaç saniyelik yerde yatan cesetlerden anlıyorsunuz. Belki daha da değinilebilirdi bilemiyorum. Ama yine de Paul'un çevresiyle durumun vahimiyetini bizlere hissettirebilen bir yapıttır. Filmde gazetecinin bir sözü vardı, aslında bu söz sadece o coğrafyayla sınırlı değil tüm dünyada olan bu tarz olaylara karşı verilen bir tepkiyi anlatmakta ve insanın kanını dondurur nitelikteydi. Çünkü hala aklımda."Bence insanlar bu görüntüleri gördüklerinde "Ah tanrım, ne korkunç" diyecekler ve yemeklerini yemeye devam edecekler." Bu söz üstüne o kadar çok şey söylenir ki ama bunun yeri bu yazı değil. Neyse daha önerme dolu bir yazı olsun istiyordum ben yine bu filmi hatırladım ve tepkisiz kalamadım. Paul'un insan sevgisi ve asla vazgeçmeyişi sizi derinden etkileyecek benden demesi.






Gelelim ikinci filmime. Bunu da Leithy Kedi'min önerisi üzerine izledim ve pişman olmadım yine olsa yine izlemem ama izletirim.Filmimiz Temple Grandin. filmde adını aldığı kişinin hayatı anlatılmakta. Biyografik bir senaryoyu iyi bir şekilde filme uyarlamışlar. Hayranlıkla izledim.Araştırmalarıma göre bi TV dizisi, ama ona göre haddinden fazla ustaca ve kaliteli bir yapım.
Filmde otistik diye bi kelimenin zor yaşamı anlatılmakta. Aslında anlatmak ne kadar doğru bi kelime tartışılır. Otistik bir kadının hayatının bize gösterildiği bu filmde bazen onun tepkilerine tebessüm edeceğiniz anlarınız olurken kimi zaman da onun görüş açıları size hayrete düşürecektir. Karakterimiz kendisine görsel düşünür diyor ve bunu filmi izlediğinizde ne demek istediğini anlayacaksınız. Otistik kelimesinin çoğunluğa yaptığı çağrışım "normal olmayan" olduğundan bir öteki durumu filmde güzelce işlenmiş. Ama filmde çoğu normale oranla daha akıllı bir otistik kişinin hayatını göreceksiniz. Temple'ın ailesinin çocuk nüfusunun kalabalık olması nedeniyle bir akrabasının yanına yaz tatiline gitmesiyle başlıyor film. Akrabası Arizona'da sığırcılıkla uğraşan birisi olduğu için Temple'ın ilgisini sığırlar ve onların davranışları çekiyor. Sonrasında onlarla ortak bi nokta buluyor ve şahsen kendisinin de onlar gibi "diğerleri" tarafından anlaşılamadığını düşünüyor. Sığırların ani tepkilere karşı verdikleri korkmuş tavır kendisinin de otistiğin belli özelliği olan hızlı konuşmaya ve alışkanlığının bozulmasına karşı verdiği tepki benzer bir paranoyadır. İkisinin de sakinleşmesini sağlayan şeyse ortaktır. Filmin bu ayrıntısıyla Temple'ın hayvanlarla arasında kurduğu bağın benzer hislerden geldiğini anlayabilrisiniz. Filmin bi yerinde Temple'ın diğer kızları anlamadığını söylüyor. Belki de bu yüzden insanlardan çok sığırları anlamaya vaktini ayırıyor karakterimiz. Filmi izledikten sonra Google'dan Temple Grandin diye araştırma yapacağınıza eminim. Demem o ki izleyin ve izletin anacım.





Son filmimiz ise Sadakatciğimin önerisi olsun Ümit Ünal'ın yazıp yönettiği film olan 9 "Dokuz"dur.
Bu film hakkında çok bir şey söylemeye gerek yok. Senaryosu ve oyunculuklar filmi izlemeye değer kılıcı nitelikte. Asıl suçlu kim diye filmde araştırmacılık  ve gözlemcilik yapmayı seviyorsanız izlemelisiniz. Sakin ve mutlu görünen hatta halkının değimiyle İstanbul gibi bir şehrin içindeki samimi bir vaha olan bi mahallenin görünen yüzünün yani 6'nın işlenen acımasızca bir cinayet ile birden 9'a nasıl döndüğünü gösterir bize film. Bu değişimi bize çarpraz sorgulama yöntemiyle film gayet tüyleri irkilten bi üslupla bize gösteriyor. Nerden geldiği bilinmeyen Kirpi diye adlandırılan bir kadının ani ölümüyle mahalle sakinleri sorguya alınır. Başta hepsi suçsuzluğunu iddia ederken ne 6 yüzlü insanların arkasından ne 9'lar çıktığını gördüğünüzde kanınız donabilir. Filmde ufacık da olsa eşcinsel bi olay söz konusu ve bu kapalı değil gayet açık dile getirilmiş. Bu karakteri de mahallenin fotoğrafçısı rolüyle Ali Poyrazoğlu canlandırmaktadır. Dar alanda senaryosuyla ve oyunculuklarla harikalar yaratan bir film.  Bir de filmin konusundan ziyade artı bir şeye daha değinmek istiyorum. Filmde Kirpi'den sürekli mırıldanma şeklinde duyacağınız bir şarkı var, işte o mırıldanmış hali bile ilgimi çekmeye yeterli  bu şarkıyı biraz araştırdım ve yersiz bi ilgi çekiş olmadığını farkettim. Bi filmi oyunculukları ve senaryosunun yanında müzikleri de etkin kılar, kılmalı bence. O yüzden bu film için her şeyden büyük bir parça diyebiliriz. Son olarak da sevdiğim bu müzikle baş başa bırakayım sizi. Umarım siz de beğenirsiniz, çünkü ben şimdi kaçıncıya dinliyorum ben bile bilmiyorum.

DipNot*: Önerdiğim 9 filminde belli bölümü geçen anonim şarkının güzel ve sevdiğim bir yorumu.
Sapozhkelekh

DipNot**: Temple Grandin'i hayatını siz de merak ettiyseniz hadi size kolaylık olsun buradan yeterli bilgiye ulaşabilirsiniz. Wikipedia


DipNot***: Ruanda Katliamı hakkında fikir edinmek adına da bu kaynağı ziyaret edebilirsiniz.bi tık


İYİ SEYİRLER



9 Nis 2013

Kelimeler Ne Anlatır?



Sokakta gördüğüm erkekler, televizyondakiler, gazetedekiler ve  dergidekiler sana benzeyebilirler, ama sen olamazlar. Senin gibi gülebilirler ama senin ağlattığın gibi ağlatamazlar. Hepsinde senden eksik parçalar vardır. Sana en fazla benzeyen, en fazla başkadır senden. Seni hissedeyim diye dokunduğumda onlara, sana en fazla benzeyenlerde batar bana senden olmayanlar. Sensizlik seni yaşatır bende. Gecenin köründe rastlanılan bir fotoğraf seni hatırlatır ama seni hissettiremez. Yokluğun hüznümü tamamlar, ama varlığın beni eksik bırakır.

Anlattıklarım nafiledir… Kelimeler bizi anlatmaz, bizi görünür kılmaz. Kelimeler yalnızca bizi gizleyebilir, bizi milyonlarca tarifin arkasına bir sır olarak saklayabilir. Düşüncelerim benden bir parça değildir, sayfalarca kâğıtlara dökülüp gidenler kendi var oluşuma giydirdiğim giysilerdir.

Bedenim varlığımdadır, bendedir, onu ancak başkasına gösterdiğimde görünmüş olur, benim aynada kendime bakışım yalnızca başkalarının nasıl gördüğünü anlama çabası ve onların gözündeki benim ucuz bir kopyamdır. Fikirler de böyledir; onları yazıp okuduğumuzda kendi fikirlerimizle değil onların, başkalarının gözündeki haliyle muhatap oluruz. Yazmak, anlatmak karşılıklı aynaların arasına geçip seyre dalmaktır; görüntü içinde görüntü, gerçekle hayalleri birbirine karıştırır. Kağıt üzerinde hissiyatlar birer iyi dokunmuş fikre dönüşür. Bir fikrin etrafında kurulan cümleler, yalnızca hislerimi elle tutulur kılar, ona biçim verir ve onu başkalaştırır.

Ben seni anlatamam, anlattığım, yalnızca benim gözümdeki sendir. Senin suretini anlatırım, anlatır ve binlerce, milyonlarca tarif içinde seni görünmez kılarım. Beni dinledikten sonra seni görenler seni değil benim hislerimi görürler. Gözlerindeki donuk ifadeler, dudaklarındaki kıpırtılar, sabahki deniz gibi durgun ve serin sesin ancak benim kelimelerimdir. Şimdi dört bir yanım karanlıkta iken  seni anlatmayan kelimelere seni katmaya çalışıyorum…
Blogger Witget