29 Kas 2013

Hoş(t)Çakal




Manasına her zaman dikkat etmeden dilimize sakız ettiğimiz kelimelerdendir hoşçakal. Her telefon görüşmesinden ya da her selamlaşmadan sonra basitçe hoşçakal der vedalaşırız. ”E ne var bunda? Konuştuk görüşürüz, hoşçakal dedik ayrıldık, ne bekliyorsun?”
Ben bir şey beklemiyorum aslında, bu kelimeyi söylerken sen ondan bir şey bekliyorsun ama farkında değilsin… Ayrılıkta son kelime hep ne olur? Hoşçakal. Eskiden bir kağıda yazılırdı, sonra Messenger, e-mail, sms derken şimdi son trend WhatsApp yoluyla basitçe yazılmış bir hoşçakal her şeyi bitiriveriyor bir çırpıda.

Ayrılıyorsun, onu yarım bırakıyorsun ve hoşçakal diyorsun ondan hoşça kalmasını bekliyorsun. Hoşluk mu bıraktın insanda öyle olmasını bekliyorsun? Bitirdin, ömrünü yedin, saçlarını ağarttın, kalbini ağrıttın, bin bir dert verdin ondan sonra hoşça kal! Ayrılık yaşamış birisiyle konuşun size dert yanacak, “bir hoşçakal bile demedi.” Arkadaşım sen hoş kalacak mıydın deseydi? Bir düşün allasen kelimenin sana gelişini, dalga geçer gibi, ya ben seni ortada bırakıyorum ama sen takma hoşça kal.

Bu arada baktığım açıyı hemen değiştirebilirim: Her şey buraya kadarmış bitti artık, hoşçakal. Birbirimizi üzdük evet ama daha fazla yıpratma kendini lütfen hoşça kal, sen çok hoş bir insansın ve hep hoş kal. Örneklerle çoğaltabilirim ama bunları yazıyorken bir yandan da kendimi yiyorum, yahu üzülüyorum zaten bir de o üzüntü beni maymuna çevirmiş, daha aylarca yaratık gibi gezerim ortalıkta nasıl hoş kalayım! Yok valla siz ne düşünürsünüz bilmem ama ben bu kelimeye tek açıdan bakıyorum ve hiç haz etmiyorum.
Ayrılıklarınızın bile daha anlamlı kelimelerle gerçekleşeceği ilişkiler yaşamanızı diliyorum.

8 Kas 2013

Son İstasyon




Genç adam, elini trenin bir türlü açılmayan camında gezdiriyor, camı açmanın, içerideki sevdiğine son bir kez daha dokunmanın yolunu arıyordu. Sevdiği de içeride pencereyi açmak için uğraşıyordu ama sonuç hüsrandı. İkisi de camı kırmamak için zor tutuyorlardı kendilerini. En sonunda açılmayacağını anlayarak pes ettiler.

İçerideki adam, sevdiğine bakıp ağlıyordu. Arkada kalan adam bakamıyordu. Kaçırıyordu gözlerini. Adam trenin gideceği yöne baktı. Gittikçe belirsizleşen tren yolunun ucunda dağı delip geçen tüneli gördü. Dağ olanca heybetiyle yükseliyordu, fakat bu tünel çiziyordu dağın karizmasını. Bu tünel bu dağı delip geçiyordu ama onların aşkı engelleri aşacak bir tünel bulamamıştı. Bir yandan o dağın ardını bir yandan sevdiği olmadan yaşayacağı günleri düşünüyordu. Birazdan tren hızlanıp gidecek o dağın ardına geçecekti. O, ne kadar koşsa da yetişemeyecekti. Ne kadar çabalasa da aşamayacaktı o dağı ve göremeyecekti ardını. O, artık dağın bu tarafında sevdiği olmadan yaşayacak, onsuz sabahlara uyanacaktı. Onsuz uyanacağı günleri düşünürken ne yapacağını bilemedi. Kalbi sıkışır gibi oldu... Ne aradığını bilmeden ceplerini yokladı. Dudakları da istemsiz kımıldadı. Yüzündeki sakallar susuz kalmış toprakları andırıyordu. Gözünden düşecek yaşları en çok onlar bekliyor olmalıydı.

İstasyonda trene ondan başka el sallayacak kimse yoktu. Trenin kapıları çoktan kapanmıştı ve hareket anına çok az kalmıştı. Şu aksi cam da açılmıyordu. Bir aşkın önünde bu kadar çok engel olabilir miydi? Adam boşalmak için hazır bekleyen gözlerinin musluğunu açmamaya dikkat ederek başını trenin geldiği yöne çevirdi. İstasyonun hemen yanında başlayan gül bahçelerini gördü. Güller karanlığa rağmen bir yıldız gibi parıldıyorlardı. Kafasını çevirdi tünelin aşıp geçtiği dağı gördü.

O, şimdi güzel günlerle karanlık günlerin tam orta yerindeydi. Sevdiği, tüneli geçip gidecek o ise karanlık istasyonda tek başına kalacaktı. Adam trendeki sevdiğine bakabildiğinde onun bir şeyler söylemeye çalıştığını fark etti. Cama yapışmış bir şeyler söylüyordu. Gözyaşları camdan aşağı akıyordu. Aradaki cam adamın duymasına engel oluyordu, ne diyordu anlamıyordu. İçerideki adam yavaş yavaş tekrar etti. Adam gözlerini dikip dudaklarını okumaya çalıştı.

...



Adam “ben de ben de” diyebildi. Kelimeler, kurumuş ve yutkunmakta zorluk yaşadığı boğazından çok güç çıkmıştı.

Adam ne yapacağını bilemez haldeyken bir an saatine baktı. Trenin kalkmasına üç dakika vardı. Adam son bir şeyler söylemek istiyordu. Son bir kere dokunmak istiyordu. Pencerenin bir parmak kadar olan boşluğuna iki parmağını uzattı. Sevdiğinin iki parmağıyla buluştu parmakları. Adam, eski günlerde sevdiğiyle buluştuğunda ayrılık vakti yaklaşırken ve'lerle başlayan uzun uzun kurduğu cümleleri hatırladı ve her ve'de ayrılık gecikirdi. Bu kez gecikmeyeceğini bile bile aynısını yapmaya karar verdi. Ağlamayı da göze alarak sesini duyurmak için bağırmaya başladı.

-Gidiyorsun ve yarın güneş sensiz doğacak ve diğer gün de ve ondan sonraki gün de ve ben her yeni güne seni görme umudum olmadan uyanacağım...

Adam, parmakları sevdiğinin parmaklarına değerken bağırmaya devam ediyordu. Giden ise, daha iyi duyabilmek için kulağını cama dayamıştı. Adeta bütünleşmişti camla. Devam etti adam.

-Ve seni görme ihtimalim olmadan sokaklarda dolaşacağım ve kafelere giderken seni bekletmemek için acele etmeyeceğim ve her şey sensiz olacak ve şarkılar müziksiz kalacak ve şarkı söylemeye çalışan sesinşe yankılanmayacak duvarlar ve ben senin o haline bakıp gülemeyeceğim ve sana okuduğum her şiir anlamını yitirecek ve tüm şiirler kafiyesiz kalacak ve her gün bulutlu olacak hava ve ıslanmak keyif vermeyecek ve yıldızlara bakıp cır cır böceklerini izlerken ve'lerle uzamayacak geceler ve yaşamak öylesine olacak sensiz.

Tren harekete geçti. Adam trenle birlikte ilerliyordu. Bir yandan sevdiğinin parmaklarına değmeye çalışırken bir yandan bağırmaya devam ediyordu. Hızlandırıyordu konuşmasını ve hızlandırıyordu adımlarını. Sevdiği içeride daha fazla yükleniyordu cama. Cam yerinden oynuyordu sanki. Oynuyordu sanki cam yerinden. Yerinden oynuyordu sanki cam. Adam trenle birlikte daha da hızlanıyordu. Adam koşuyordu, tren hızlanıyordu. Tren hızlanıyordu adam bağırıyordu. Adam bağırıyordu, ağlıyordu, cam yerinden oynuyordu.

Tren olanca hızıyla tünelden geçip gitti. Sabah güneş doğduğunda tren yolunun çevresindeki tarlalarda çalışan işçiler kanlar içinde yüz üstü yere kapanmış ve elleri birbirine sıkıca yapışmış iki sevgiliyi buldular ve yerdeki cam kırıkları doğan güneşle birlikte parlıyordu.

1 Kas 2013

zaman DURrur ve SOLup ÖLürsün

 
 
Ben hiç görmedim yaşadığını
Bunun için olduğum yerde
Durdum
Soldum
Ve
Öldüm…
ben öldüm!
 
ben hiç görmedim öldüğünü.
bir kuş geçiyordu üstümden,
usulca yanaştı yanıma;
bir yaprak daha düştü dalından
Sessizce süzüldü…
 
 
ben hiç görmedim öldüğünü.
kocamandı ay,
düşecek gibi üzerime;
bir yıldız daha kaydı
Sessizce söndü…
 
ben hiç görmedim öldüğünü.
çekingen bir rüzgâr,
öyle derinden titreterek tenimi;
son bir koku getirdim
uzaktan, bir çiçeğindi
Sessizce soldu…’
 
Gittim ve bittim!
 
Her gün düşerdi yapraklar,
Bir filiz daha yeşertmek için.
Yeni canlar doğardı her an
Ta ki ben gittim,
Hep ölüme süzüldü yapraklar
Asla doğmadı yeni bir yaşam
Ve öldüm…
 
Her gece yıldızlar kayardı,
Ben neredeysem oraya taşırlardı ruhumu
Yol gösterirdi ay
Yalnızlık nedir bilmezdim.
Ta ki ben gittim,
Bir daha parlamadı ay
Hep bilinmeyene kaydı yıldızlar
Göstermediler bu ruhu bedene asla
Yalnız kaldım
Ve durdum…
 
Her an eserdi rüzgârlar
O mis kokumu taşırlardı bana
Asla bulunmayan bir taç yapraktan.
Ta ki ben gittim,
Çiçekler hep çürüdüler sonsuza
Salmadılar kokularını rüzgâra
Zaten esmedi de rüzgârlar
Bir daha asla açmadım
Ve soldum…
 
 
Asla yaşamadım!
Kuru yaprakları ezdim bir bir.
Parça parça olmuş tenimi
Doğmadan öldürdüm ayaklarımın altında
Hiçbir umut bırakmamışım hayata
Bunun için beklemedim doğacak günü
Görmedim düşen yaprakları
Bunun için. Asla yaşamadım.
 
Her an başka bir yıldıza baktım
Meğer yıldızlar hep aynı yerlerinde dururlarmış
Ay her gün aynı yeri aydınlatırmış
Hep farklı bir yerden baktığından ruhum
Bunun için hiç aynı görmemiş aynada beni
Boşu boşuna koşup durmuşum
Bunun için. Hep olduğum yerde durdum.
Aynı havayı soludum her çarpışında yüreğim
Olduğum yerde dönüp durduğumdan
Koklamamışım asla hayatın tadını
Hep farklı yaprağa bastığımdan
Hiç yaşatmamışım yeni bir canımı
Hep farklı yıldıza daldığımdan
Bir adım bile atmamışım durduğum andan
Hep aynı tadı soluduğumdan
Hiç bakmamışım binlerce nefesin karıştığı havaya.
 
Ben hiç görmedim yaşadığını
Bunun için olduğum yerde
Durdum
Soldum
Ve
Öldüm…
 
Sen hiç yaşamadın
Bunun için
Ben hiç doğmadım.

28 Eki 2013

Kime göre Neye göre Önemli ya da Önemsiz


 
Son günlerde tanık olduğum bi’ olaydan söz etmek istedim bu boş günümde. Herkesçe bilinen maruz kalınan ve çevremizdeki en az bir kişinin başına gelme olasılığının büyük olduğu bir durumdan bahsedeceğim kısa bir örnekle. Aslında bu durum insanları kategorileştirmeden doğan ötekileştirmenin de temelinde yok değil. Toplumda kanayan bir yara haline gelmekte olan, fakat çoğu kimsenin farkına bile varmadığı bir sorun. İnsanları, statüsüne göre mi yoksa kişiliğine göre mi değerlendirmek! İnsanların bir tanışma ortamında ismini öğrendikten sonra sorulan ilk sorudur,

- “Ne iş yapıyorsun?/Hangi işle iştigalsiniz?” Bu sorunun cevabına göre insanlar insanlara tavır ve pozisyon almakta.

Örneğin ilk sorunun cevabı Mehmet.  Diğerinin cevabı ise inşaat işçisi.(inşaat işçisini küçümsemek için yazmıyorum örnek çoğaltılabilir). Şimdi bu aşamada, kişi inşaat işçisini beyninde bir yaftalama yapmıştır ve kendisine göre oluşturduğu önemli ya da önemsiz insan gruplarından birine sokmuştur. Muhtemelen sokulan grup önemsiz olacaktır…

İkinci örneğimizin adı da Mehmet, lakin ikinci sorunun cevabı ise şirket müdürü olsun(sektör fark etmeksizin!).  Bu statüyü de örnekle çoğaltabiliriz. Bu insanı da beyinde yaftalayarak muhtemelen önemli insan statüsüne koyulacaktır.

Asıl sorun, bu iki örnekte önemli önemsizlik statüsünü belirleyen faktör nedir? Sorulması gereken soru budur.

Cevap basit; Çıkar İlişkisi!..

İnsanlar aslında tanıdıklarını önemli ya da önemsiz diye yaftalamaz. Bugün yarın işim düşer mi düşmez mi diye gruplara sokarlar. İşleri düşecekleri insanları unutmazlar ve kendilerini de unutturmazlar. Düzenli olarak ararlar hal-hatır sorarlar. Aslında senin sağlığını merak ettikleri falan yok amaç yarın işleri düştüğünde yaptırabilmektir.

Türk toplumunda 70′li ve 80′li yıllarda “odacı” kavramı varmış. İnsanların devlet dairelerine işi düştüğü zaman etraftan, sağda solda odacı olarak çalışan insanlar aranmaktaydı. Amaç yine belli.

 Yunus Emre’nin felsefesi olan “Yaratılanı severim yaratandan ötürü” cümlesini ne çabuk unuttuk. Ya da egolar ya da her ne derseniz artık bu samimi cümleyi ne kadar yüzeyselleştirdi de şimdi sadece basit bi cümle olarak çalınıyor kulaklarımıza.

22 Eki 2013

Bölüm 2


Biliyorum biliyorum ikinci bölümü yazmakta geç kaldım, ama bahanelerim var valla bak geçerli hem de hepsi. Neyse daha fazla uzatmadan kaldığım yerden devam ediyorum hemen.

Şişe çevirme esnasında yaptığım o ataktan sonra biraz afallamanın verdiği sessizlikten doğan sinsi rahatlamam ile tepkilerini ölçmek için sorduğum sorulara olumlu yanıtlar alınca. Hatta LGBT hakkında fikirlerini bize aktarmanla, arkadaşlarından arasında bu bireylerden bulunduğunu dile getirmenden dolayı pek yadırgamayıp hatta bizim o keko sınıfta sadece olursa böyle bi şey senden bekleriz gibi beni memnun edici dönütler alınca bendeki sinsi rahatlama yerini koy göte rahvan gitsin mode on oluverdi. Ama düşünmediğim nokta şu ki sonrasındaki sorulara yanıt verip vermememdi. Bunu söylemek istedim, ama ne ölçüde? işte burasını pek düşünüp düşlemediğimden dolayı zorlanmadım değil yani nerede durmam gerektiğimden. Çünkü önümüzde sınavlar ve ardından kocaman bi yaz tatili vardı. Bu olaya açıklık getirmeden bazı şeyler havada kalsın istemeden hop ben gittim olmasını istemedim. Akıllarının bi köşesine bu sineği sokmak istemiştim sadece. Kadın milletinin olur olmadık zamanlarda beynini kurcalayan şeylere ihtiyacı var bunu bildiğimden dozunda bırakmakta zorlandım, bunu açıkça söyleyebilirim.

Neyse ki o Foça günlüğünü güzelce kapayıp sınavlarımıza gömüldük. Yaz da bitti ve kocaman kocaman hasretler giderildi. Tekrar aynı moda döndük sanmıştım ki arkadaşlarımın yaa Amorf sen neden sevgilinle bizi tanıştırmıyorsun? gibi sorularına maruz kaldım. Anlaşıldı ki bunlar tatilde kafa kafaya verip varsayımlarını not edip okulun açılmasını beklemişler. Tavla atarken gelen sorulara verilen kaçamak cevaplardan her şeyin aslında anlaşılırlığı vs derken durum bi anda yolda yürürken hani sizin tanışmak istediğiniz X var ya aslında X değil Y dedim. Erkek ismi duyunca bi sırıtmalar trafiğin ortasında sarılmalar sonrasında banka oturup yıllardır göremedikleri sevgili fotosunun ısrarları birbirini izledi. Meraklı olduklarını bilirdim de bu kadarını beklemiyorum ben de doğrusu. Okulda derste ve bilimum yerde vaktini geçirince  bildikleri çoğu şeyin aslında çarpıtıldığını öğrendikleri için, doğrularını bilmek için can atmalarını sevimli buluyorum aslında.

Oturduğumuz yerde yüzeysel bilgilerden sonra kalktık bana geçtik. Kitaplığımdaki Lubunya Olmak kitaplarımı gösterdim. Yani artık bi nevi onlara karşı gizlediğim yönümü açıyordum her mevzuda.  İnternetten bilgilendirici videolar ve kitaptaki hikayelerden sonra bilmek istedikleri şeyleri dilim döndüğünce aktarmaya çalıştım. -Bu tarz insanları seviyorum işte. Yargılarını öğrenmeden önce koymuyorlar.- Toplumsal cinsiyet kavramlarından bahsettim biraz. Elimden geldiğince ansiklopedik bilgiden ziyade ruh hallerini aktarmaya çalıştım. Amacım seksüel bir yönelimden ziyade duygusallığın bilincini oluşturmaya öncelerden başlamıştım zaten yerine oturttuğuma inandım o gün.
Ayaküstü hamarat arkadaşım erişte yaptı. Bi yandan yiyoruz bi yandan video izleyip üzerine konuşuyoruz. Sonra Lgbtt arkadaşlarımın fotolarını gösterdim. Benden hep isimlerini duyardı, ama fotolarımız çok renkli ve yaş sınırlı olduğundan gösteremezdim. Şuan hayatımdaki insanı da görmek istediler, ama madem bi bilinç oluşturuyorsun Amorf kanlı canlı olsun dedim ve hemen ertesi güne buluşma ayarladım. Sevgilimle ben buluştuk yemek yedik bekledik. Sonra  bizim kızlar çıkageldi. İlk göz göze gelişlerini izlemek keyif vericiydi. Bakışlarında sadece yabancı bir insanı tanıma sıcaklığı vardı. O sıcaklık git gide samimiyet sıcaklığına döndü. Kahveler içildi fal faslına geldi. Burada arkadaşıma benimki falına baksın mı diyerekten kaynaştırma moduna geçtim. Bu adam her defasında atıyorum diyor ama biliyor ya. Arkadaşıma da döktürdü. Kız ondan sonra benim hayvanat bahçeli fallarımdan soğudu. Falların ardından görüşler dile getirildi. Tanışan iki taraf da mutlu ayrıldı o geceden ama benimkisinin yanında küçük kalır mutlulukları elbette. Gizli yönümü açtığım arkadaşlarımdan bir dahaki buluşmalarımıza sevgilini de getir demesi kadar tatmin edici bir durum yok...

Öyle yani blog. Şimdi ailemden daha fazla görüştüğüm insanlardan sakınacak bir şeyim yok. Danıştığım konuları evirip çevirmeme gerek kalmadı. Benim için büyük rahatlık oldu. Her coming out olduğumda acaba bencilliğim daha mı ön planda mı diye sorguluyorum kendimi. Kimi zaman öyle bunu da biliyorum. Blogumun linkini bile paylaştım kendilerini buradan okuyunca mutlu oldular.
Seviyorum onları...

11 Eki 2013

Özgürlüğüme İki Adım Daha Ekledim-I




Selamlar canlar,
Bu aralar benden yazılar yayınlama olayına kendimi fazla kaptırdım, ama hoşuma gitmiyor da değil kendimden bi şeyler paylaşmak. Ha diyeceksiniz, diğer yazılar sana ait değil mi diye. Olmaz olur mu ama bazıları daha ben işte siz anladınız.

Her şey okumak için İzmir'i kazanma arzumla başladı. Lise 2de kafama koyduğum bi fikirdi. Aklımın bi köşesinde İstanbul olmasına rağmen nedense İzmire daha ılımlıydım. Çünkü İstanbuldan hala korkarım, nedenini bilmesem de. Neyse konumuz o değil. Lisede yeterince şanslı değildim ya da fazla ürkektim o yüzden yayılmacı politikadan kaçınırdım hep kendimden emin olduğum halde. O yüzden lise arkadaşları kalıcıdır derler ya o bana uymuyor çünkü asıl olmayan ben ile samimileşen arkadaşlarımla ne kadar kalıcı bağlar kurabilirim. Bu yüzden ruhen de Bursadan kaçmak istiyordum, o muhafazakar bakışlar altında yargılanma hissiyatı beni boğuyordu yeterince. Son sene hocalarımın hedef belirleyin çocuklar brifinglerinden mütevellit kafamda mantıktan ziyade hislerimin ve ruhumun olmak istediği yerlerde bölümler aradım. O kadar benimsemiştim ki fikirlerimi ruhumun memleketi diyordum İzmir'e hala da diyorum ara ara sıksa da beni, burada nefes alıyorum. Son sene bu benimseme zamanlarımda hayatımda biri olduğu halde kafama koymuştum ben Bursada okumamalıydım keza Uludağı kazanmak beni zorlayıcı bir şey değildi. Tüm hayır diyemeyeceğim kişilerden yakınları yaz dilekleri almama rağmen inadımla listemi kendim doldurmuştum herkesi dinledikten sonra. Listemi yaptığımda herkesin değil sadece kendi gönlümü yapmıştım. İnat ve bencilliğim kimi zaman iyi işe yaramıyor değil.

İzmir'i arzulama nedenlerimin en merkezisi, tabiki de kasıntı hayatımdan kurtulup yayılmacı politikamın dibine vuracağım ve daha da ben olacağım bir zaman dilimi olsun istemekti hayatımda. Bunu hakkıyla yerine getirdiğime inanıyorum. Bu açılma evrelerimin en sonuncusunu ya da sonuncularını mı desem. Çünkü grup halinde açılmayı yeğler oldum son zamanlarda 2 ile 3 kişiye aynı anda açılma zevkli bir şey, tabi ön çalışma faslını atlamadan. Atlayıp açıldığım istisnalar da yok değil. Biraz şanslıyım ya da insanları iyi analiz edebiliyorum da diyebilirim...


Diğerlerini belki anlatırım belli olmaz ama şimdilik en sonuncusunu anlatmak için yaptığım bunca girişten sonra olay örgüsüne Öncelikle arkadaşlarımı tanıtayım. Bölümden arkadaşlarım ikisi de teki yatay geçişle geldi. Geçen sene samimileştim tam anlamıyla ikisiyle de. İzmirin kavrulduğu zamanların başında Eski Foça yapma planımız vardı. Aklımın bi köşesinde sağlam ve doğruların temellendirdiği gelecek senelerde yanıma kalacak arkadaşlıklar edinmek olduğundan daima out olma fikri duruyordu, ama bu kızların görüşleri ve bakış açıları beni endişelendiriyordu. Çünkü sınıfta kızlarla rahatça konuşabilen, ilk senelerde tüm kızlarla çıkmayan, şakalarını ve triplerini çekebilecek, rahatça seksten ve cinsellikten bahsedebilen tek erkektim diyebilirim. Siz düşünün sınıftaki keko yüzdesini. Keza çok yoğun bi erkek nüfusumuz da yoktur çoğunluğu son sınıfı göremeden aramızdan ayrıldı. Neyse kısa bi anektotdan sonra konuya dönmek gerekirse, 31 mayısta -eylemlerin başladığı günden hatırlıyorum, yoksa günleri, sayıları ve tarihleri zor tutarım hafızamda- Eski Foça yolunda bulduk kendimizi. Bi güzel yüzdük serinledik Foçanın buz gibi denizinde. Haftaiçinin rehavetine kapılıp kalabalık olmaz desek de bizi şaşırtan erkenci yoğunluğa rağmen eğlencemize baktık. Hatta o kadar eğlencemize baktık ki dönüş zaman diliminde sokakta mayolarımızdan kurtulduğumuzu hatırlıyorum. Napalım, koskoca Foçanın sahilinde soyunma kabinleri yok ihtiyacı sahildeki mekanlar karşılıyor. Bu rahatlığın sebepleri arasında yüzerkenki samimiyetimiz ve birbirimizden çekinmeme var elbette. Fazla ayrıntıya girmek istemezken havada kalmasın anlattıklarım. Üstümüzü giyinip fotolarımızı çekildiğimize göre marinada soluklanıp güzel manzaraya ve günbatımına nazır bira-midye yaptık. İşte olay burada kopuyor. Samimi ortamlarım fix oyunu olur genelde benim olduğum ortamlarda yani şişe çevirmece oynadık biralarımızı bitirdikten sonra. Gün boyu olan samimiliğe tüm gerçekliğiyle yeni katmanlar çıktık. Her şeyimiz döküldü ortaya diyebilirim. Seks hayatımızda tutun da ailevi sorunlara kadar. Sınav haftası öncesi son eğlencemiz olduğundan ve sınav haftasında herkes idiota bağladığından mütevellit mutlu olabildiğimiz kadar gülmeye çalıştık o gün. Güzel anılarımın sayfasına kazıdım. Belki de son böyle oturup son konuşmamızdı o sene ve ben artık içimde tutamıyordum dürtülerimi. Bir anda şişe çevirmeye gerek kalmadan atladım ortaya ve benim geçmişimde bir erkekle deneyimlerim oldu dedim...

Affınıza sığınarak söylüyorum, yazının başında dediğim gibi post benden olunca gevezeliğim tutuyor anacım. Ara vere vere yazdım, ama daha da dayanamayacağım eminim anlatmaya devam edersem siz de okurken dayanamayacaksınız o yüzden burada bırakmaya karar verdim ve devamı en yakın zamanda ya da bayramdan sonra gelecek. Söz valla bak essah yaziiciimm ama şimdi hazırlanıp dışarı çıkmam lazım bu kadarıyla yetinin :))

4 Eki 2013

Her Şeye İnat Gülerek Ayrıldı Aramızdan


Ne zamandır yazmak istediğim yazı için sonunda bilgisayar başına oturabildim. Öncelikle yazacağım konu hakkında bilgi edinmeye çalıştım, fakat yine de sürçen noktalar ya da gözümden kaçan ayrıntılar olabilir, şimdiden bilgilendireyim. Blogumda uzun süredir LGBT konulu bir şeyler yazmamıştım.


Ali Arıkan...

Arkadaşları arasında Ali ya da Aligül diye anılırdı. Güler yüzüyle tanınan bi şahsiyetti. Geçmiş zaman kullanmamın nedeni geçtiğimiz 25 eylülü 26 eylüle bağlayan gece vefat etmesidir. Kanser tedavisi gördüğü hastanede güler yüzü soldu. Cinsiyet geçişinin başlayacağı haftayı arkadaşlarıyla kına yakarak ve saçlarını kestirerek geçirmişti. Ertesi gün doktora gittiğinde habis bir kisti olduğu haberiyle sarsıldığı yetmezmiş gibi, doktorun jinekoloğa gitmemesini sorgulamasıyla suç altında hissetti kendisini. Çoğu bekar kadının gitmeye çekindiği o eril muayeneden o da cinsiyetçilik ve transfobi dolayısıyla korkmuştu, ama bunu o sorgulayan doktora söyleyememişti. Burada Ali'yi kimin ya da gerçekten kanserin mi öldürdüğünü sorgulamak lazım. Gerçi bu sorunun cevabını kim cesurca verebilir orası tartışılır nitelikte.

Ali'nin o cinsiyet geçişini tamamlamasına gerek yoktu aslında. Çünkü ameliyat sadece dış görünüşünü değiştirmek içindi. Halbuki o düşünce ve beyin olarak çoktan bu geçişi tamamlamıştı. Bunu yaptığı çalışmalardan ve lgbt hareketinde önde gelen bi aktivist olmasından anlayabiliyoruz.

İlk Trans Erkek örgütlenmesi olan Voltrans Trans Erkek İnisiyatifi'ni kurmuştur.
Lambdaistanbul'da da gönüllülük yapıp LGBT Danışma Hattı'nın kurulumu ve ilk yılları ile Eşcinsellerin ve Biseksüellerin Sorunlarıaraştırmasında da çalışmıştır. Kaos GL Derneği'ne 2002'de attığı samimi ve sıcak kanlı maili ile tüm bu aktivist yaşamın başlangıcını yapmıştır. Ayrıca, ağırlıklı olarak çocuklukta yaşanan cinsel istismar ve tecavüzden hayatta kalanlara hitap eden Cinsel İstismardan Hayatta Kaldım ve başından geçenleri yazdığı Hikayeci adlı iki blog yönetiyordu. Hikayeci blogunda Diren Ali Bey yazısında artık Ali olarak çağırılmak istediğini dile getiriyordu. Kendisini Ali olarak tanıyan ve kabul edenlerin arasında mutlu ve huzurlu oluşundan bahsediyor. Yazılarında erkekliği, erkek olmayı ve dolayısıyla hem ataerkiyi hem de ikili cinsiyet sistemini feminist ve lgbt hareket içerisinde sorguladı. Feminist bakışaçısı ile Cin Ayşe ve Amargi dergilerine de çeviri ve yazılarıyla katkıda bulundu.Trans-feminizm konularında yazılar yazıp interseks konusunu konuşabilmiştir. Türkiye’de interseks hareketinin oluşmasına büyük katkıda bulundu.İnterseks konusunu önemsedi ve üzerine düşünüp tartıştı. Queer camiada biyolojik erkek/kadın yerine na-trans, biyolojik aile yerine sevgi bağıyla kurulmuş aile/seçilmiş aile cinsel şiddet alanında kullanılması için, ensestin tersi olan karşılıklı rıza olmadan kan bağından kişilerin cinsel eylemi gibi önemli alternatif kavram ve açıklamaları lügatımıza kazandıran kişidir. Dokunmayı, dokunulmayı, sarılmayı, sevişmeyi çok severdi, ama bedeniyle ruhu arası uzunca bir dönem iyi olamadı. Klasik sevişmeden, kurumlaşmış çift ilişkilerine kadar her şeyi, dilde ve pratikte sorguladı, analiz etti.
 
Hayatına kendisiyle kavga ettiği zamanlardan arta kalan vakitlerinde bu kadar şeyi sığdırabilen bir insanın Lgbt'lerin sağlık imkanlarından yararlanırken yaşadığı zorlukların ayıbı olarak aramızdan ayrılmayı hiçbir zaman hak etmeyecek birisiydi. Öncelikle öteki olmayı en az Ali kadar iyi bilenlerin ve hepimizin başı sağ olsun...

29 Eyl 2013

İBNE


geceyarısı trenin birine bir ibne biner
senin aklın almaz böyle şeyleri

 
gece yarısı trenin birine bir ibne biner
köpekler bile yere tükürür
adam sandığın gölgeyle
seni sen sanırsın ki
aşk yalandır...

 
ziyandır her şey
ve önemli olan sadece etiket
sen gözlerini kaparsın gece olur

 
sen gözlerini kaparsın gece olur
ve reçel sanırsın bıçağındaki izleri
sonradan anlaşılmış ne varsa sövüyorum
bu gece sonradan katlanılmış ne varsa

 
hırsızın biri girer bir eve
yarını koparıp çıkarmış takviminden
senin aklın ermez böyle şeylere

 
gece yarısı koynuma bir orospu kendini uydurur
silerim adını göbek taşından bütün hamam kadınlarının
ben sildikçe o yeniden yazılır
gittinse bitmiştir
selamlaşmak için içindeki eşkiya sakalıyla
ve o senin çölündeydi bi zamanlar

 
yıkılsın duvarın
nekbet kara
uğursuz zaman
ve öpüşmek için artık maskeler düşsün
diyorum...

 

25 Eyl 2013

Adsız



Birini tanırsınız hiç aklınızda yokken çok kısa zaman olmuştur tanıyalı belki, ama yıllardır varmış gibi gelir size. Her şeyinden haberdar olmak ister, her şeyinizi bilsin istersiniz… Öyle dürüst olmak istersiniz ki ona karşı; gelmiş geçmiş her şeyi bilsin istersiniz. Yalanlarınızı, doğrularınızı, duvarlarınızı, günahlarınızı, hatalarınızı, insani ve şeytani tüm yanlarınızı görsün, öğrensin ister yüreğiniz, nedenini bilmeden…
Yanında ruhunuz, aklınız, kalbiniz ve tüm benliğiniz çırılçıplak kalsın istersiniz… "O" da öyle açabilsin kendini size…
Huzur duyarsınız yanında, güvende hissedersiniz hiç bi’ şeyden ürkmezsiniz yanındayken…
Bunların bir nedeni var mıdır bilemezsiniz, umursamazsınız  da aslında, hayat dediğimiz 3 günlük deriz ya hep varsın bir günü böyle güzel geçsin ardını düşünmeden der bir yanınız... Bir yanınız ne kadar acısa da biriktirip dizdiği duvarlar yerle bir olduğundan, garip olan bu ki mutluluk hissedersiniz bir biçimde.

Korkusuz, cesur olursunuz onun yanındayken, çocuk gibi çoğu zaman deli yani ruh aslında olmak istediği gibidir, başkaları gibi kendini saklamadan buna gerek duymadan, utanmadan, yargılamadan, ikiyüzlü olmadan aslında herkesin olması gerektiği gibidir belki de…
Akışına bırakmalı ya bazen çoğu şeyi bunu da öyle bırakırsınız, bu güvenin, huzurun, tutkunun, özlemi anlamlandırmadan, anlamlandırmak istemeden çünkü böylesi daha güzeldir belki…

 Kim bilir belki de adı olmadığındandır tüm bu güzelliği….

19 Eyl 2013

Kırık



 
Hayat bazen çok zor olabiliyor. Çevresindekiler bir türlü anlamaz insanı. Kalbini kırarlar bazen de istemeyerek de olsa. İnsan günlerce hatta yıllarca unutamaz dönemez normal hayatına. Aslında biraz da hoşuna gider kendisine acı vermek. Aptalca bir haz verir insana. Hele bir de çektiği acıları ve yaşadığı üzüntüleri içli içli anlatarak övüneceği, kafasını şişirebileceği kimseler varsa etrafında. Kalbi kırık yaşamak bir başka tat verir insana…


Bi şeyi çekiyorlar sanırım benden

 
Fakat zaman geçtikçe insan istemese de o kırık kalbi düzelmeye başlar. Zamanında tedavi etmediği o kırık kalp kendi kendine kaynar yamuk yumuk, aksak topal bir kalp oluverir. Artık insan etkilenmemektedir; ağlayan çocuklardan, yalvaran insanlardan, savaşlardan, hastalıklardan, cinayetlerden. Kendisi bile şaşar bu haline. Ancak insanın kendisine oynadığı oyunların sonu yoktur!.. Bu defa da duygusuzluğu ile övünmeye başlar. Kendini diğer insanlardan üstün görür artık. O farklıdır, olur olmaz her şeye üzülmemektedir. Ne yazık ki artık sevinememektedir de küçük sürprizlere. Sevememektedir en yakınındakileri bile. O kendi elleriyle kazdığı mezarındadır artık...
 
Bu gecemin ve bu yazımın şarkısı Şebnem Ferah - Bir Kalp Kırıldığında benden sizlere gelsin.
 

15 Eyl 2013

Uykuya Yatmadan Bi' Tutam


bu saatte siz uzanan ben ise bu hikayeyi anlatan oluyorum.

Zamanın en mahrem anına düşülecek bir dip not gibi düşüyorum şimdi ayın o kurak kasıklarına. Orada unuttuğum bir çocukluk, bitmeyen bir savaş var; sevişmelerimize dair bir kaç anı… Fahişelerin bacak aralarına sürüyorum en verimli toprakları. Şimdi çılgınca öpebilirsin beni. Yalnızlığa ilk ayak basan astronot kadar takdire şayanım artık. Yine o malum müzik çalıyor her yerde. Bu yeni bir yılın habercisi. Daha gelmeden yeni yıl, ufalanmış ekmeğimizden bir parça çalıyor yer kürenin aç meleklerine. Oysa nasıl da tutkulu bir yıl geçirmiştik. Diz kapaklarına kadar uzanan tek parça bir elbise gibi sarmıştım vücudunu. Seni her öpüşümde bana düşman kesilip, zıvanadan çıkıyordu tüm aylar. Aylar, otuz eşit parçaya bölünüyordu düş isimli hikayenin öğlen menüsünde. Ve şehrin tüm melekleri dökülen her yaprağı birer bahane sayıp bir bir sana göçüyordu. Ah nasıl bir yıldı o öyle! O yıl yapılan hiçbir çekilişte büyük ikramiye diye geçmiyordu adın. Oysa ben hiç durmadan seni kazanıyordum. Oysa hep "şanslı numaralar onda" diye anons ediliyordu bir parçası geçen yılda kalan biletim. Ben korkunç dehlizlere doğru bir yolculuk kazanmıştım. Sonra onlar geldi. Hiç tanımadığım akrabalar. Herkesi bu büyük aşktan bir parça koparmaya o kadar muhtaç sanıyordum.

İçimizdeki "arzu canavarı" durmadı hiçbir zaman ve hep yeniden, yeni bir aşka arkadan çarptık. Sakladığın adalar bir bir kaldırarak ellerini, bir bir ışığa kurban ettiler kendilerini gözlerinin yarı saydam yarı kanlı yaşında. Ve ben kafamı omzuna vurduğum her anda, yeni melekler yeni gezegenler doğdu hafızamda. Ah o ne mükemmel bir bakıştı öyle etime sapladığın. Ne mükemmel bir andı. Çok sevimli taklalar atıyorduk çıkmaz hayatlara doğru. Vücudundaki derin yarıklardan tek parça elbisene bulaşan, bana damlayan, bana küfreden ağır yaralı bir zamandı.

Ve evet, çok sonra birileri geldi bizi kurtarmaya. Ölüme bu kadar yakınken sağlanan sıcak göz teması sonrasında, Azrail’in kanımızda oluşan ılıman coğrafyaya göç etmesini yeterli bir sebep gibi görüyorduk kısık, kanlı gözlerle. Oysa ben gözümü ilk açtığımda seni görmüştüm, üzerinde diz kapaklarına kadar uzanan tek parça elbise. Allah'ın ilk emri gibi inmiştin ve aslında ilk o zaman girmiştin koynuma.

Duraktaydın, alelacele yağmuru terkine alıp da binmiştin ruhuma. Herkes "hamiledir yer verin" diyordu. Kimse görmeden beni sessizce ilk oracıkta düşürdün. Beni salkım saçak bir haftanın üzerine kırgın bir yıldırım gibi düşürdün. Bir tek çocuklar sağ şimdi, bir tek yaşlılar. Ah beni sevgilim, beni bir yaş gibi gözün uzağına düşürdün. Ve ilk o zaman yakama yapışmaya başladı bir yılın içindeki tüm haftalar. Aklımızda o düş yarığı şarampoller, aklımızda kimliksiz taklalar.

Şimdi bir ameliyat masasındayız. Üzerinde tek parça bir elbise beyaz yakalı. Şaşkınım. Şaşkınım çünkü söylediğin son sözler lâl, bir yarasa gibi emiyor kalan kanımı. Ben onunla elini tutardım. Elini titreye titreye tutardım. Hangi din anlar bizi, hangi dua paklar? Şimdi kadeh diye serum şişeleri için titriyor sol elim. Sözlerin, bilincimi kesiyor kör bir testere gibi acıtarak. Sözlerin... Doktor, uzak dur doktor "dikiş tutmaz bu yaralar."

Üzerinde tek parça bir elbise: Beyaz, yakalı...

Ameliyat masasındayız. Yani devleti kurtaramayız. Yani sakatız. Yani doktorların yardığı gövdenden tavşan çıkaramayacak kadarız.
 
En az bunun kadar tatlı uykular :)
 

Spontane oldu, Minnak oldu ama Güzel oldu :)




Selam yasakçı zihniyetin yasaklarına direnen insancıklarım,
Kendimce buraya yazmak için uzun bi ara verdiğimi düşünüyorum. Bu araya şen şakrak hoppidi pofidik bi yazıyla son vermek istemiştim, ama hisli dürtülerim buna engel olup edebi bi dönüş yaptırdı bana. Pişman değilim yine olsa yine yaparım çünkü yazarken bana sormuyor yazan kişi. Genelin aksine sevimli bi velet yerine atarlı bi ergen besliyorum içimde. İyi ki de öyle bi yazı yazmışım çünkü tatilde kendimi eğlendirecek pek bi şey yapmadım ki size yaziim diimi. Onun yerine bu yazımın konusunu ooluşturan mini bi buluşmayı anlatacağım size.


Her şey eski blogger olan Oyuncak Ayı'nın bana ""Amorf yarın uygun musu?" mesajıyla başladı. Sosyal medya bağıyla bağlıydık kendisiyle, ama öncesinde hiç aynı ortamda bulunmamıştık. Benim memlekette olmamdan dolayı da yazın da görüşememeiştik. Ben bu mesaja sevgilimle belgesel izlediğimden (yerseeen lol) geç döndüm. Bi döndüm pir döndüm şeysi varsa o da benim yaptığım şeydir herhal. Çocuk bana mesaj attı, ben ona 2 3 arkadaş daha çağırayım mı diye döndüm. o bi kaç kişi domino taşları gibi haberleşince 7-8 kişi oluverdik.

Oyuncak Ayı  buluşma günü tam da evdeki hesabını çarşıya uyduramayıp erkenden uyanmış ve yola koyulmuş. Buluşma saatinden iki saat önce Alsancak'ta olur.Sabah beni aramış ama ben o sıralar başka alemlerde fink attığımdan duyamamışım. Bi de yeri gelmişken ben bu çocuğu beni aramışssın hayırdır diye ararsam açmıyor!, buradan bi kez daha söliim dedim. Bizimki erkengen gelmiş İzmire ben de Kıbrıs Şehitleri  Caddesi de herkes gösterir, orada rahat vakit geçirirsin dedim ve arkasından kahvaltımı yapıp koştum yanına. Buluştuğumuzda mekan karmaşası yaşasak da adet gereği Doğa Cafe'ye girdik. Orada ben biraz soru yağmuruna tuttum çocuğu tebi;

Blogunu neden kapattın?
Geçiş ile uğraşıyordun hani İzmire gelecektin noldu?
Neden erken geldin?
bla bla diye devam ettim.
Bir bir cevapladı sorularımı. O arada Sadakat'eoyun oynamak istedik. Oyuncak beni date yaptığı kişi olarak tanıştırdı. Ben de oyun oynamaya çalıştım ama o arada mekanı bilmeyen bir adet Beyaz Peynir'i karşılama çabasındaydım. Bigale diye bi site vardı zamanında o site sayesinden tanıştığım yegane insanlardan. bu meşguliyetimden dolayı Sadakat oyunumuzu çaktı. Çünkü rolüme çalışmamıştım, elime bi telefon verilip konuş denilince. İsteksiz Ruz taklidi yapasım geldi, ama onu da kıvıramadım açıkcası saçmaladım. Tebi bizimkisi çakal öyle minnoş yumuduk edebi sevimli göründüğüne bakmayın. Feleğin çemberini hulohop yapanlardan (bunu yazarken nedense çok eğlendim) Yazın fix içeceğim olan limonatamı sipariş edip sohbete koyulduk. Bu 3 kişi arasında ortak nokta ben olduğumdan susmadım sanki normalde susuyormuşum gibi. Tanıştırdım kaynaştırdım bi güzel hatta siz birbirinizi daha iyi anlarsınız meşlektaşsınız diyerekten laflarıma Peynir'im alındı kıyamam yaa siz mutlu mesut olun diye tüm çabam yoksa ayrımcılığın her türlüsüne karşıyım yani..Sonra aramıza Panda katıldı. Kendisi memur tatilde ama üşengeçliğinden sonradan katıldı bize. Kendisiyle önceden tanıştığımız için (hani son postlarında 2 3 satırla anlattığı buluşma) özlem giderdik bu buluşmayla. Onun sonrasında da Sevgilim de bize katıldı ve öyle muhabbetler kahkahalar espiriler yaptık. Panda'nın kahvesi sayesinde sevgilimin fal bakabildiğini öğrendim o gün hala şoklardayım :) Bütün erkekler toplanıp anamızı bekledik, ama kendisi yine yoğunluğundan bizleri aç birer ağaç konumuna getirdi. Ben başımın ağrısına dayanamayıp bişilerr yesek yaaa dedim. Minnak cüssemle bu teklifi ortaya benim atmam da ayrı bi ironi. Cafenin hemen yakınındaki Anamızın da sevdiğini bildiğimiz mekana geçtik. Zaten hemen arkamızdan o da damladı. Siparişlerimizi verip yemeğe geçtik. Yemekten sonra ağrımın açlıktan olmadığını anladım. Ama ortam o kadar eğlenceliydi ki millet doyunca açıldı sanki. VanGörl'ün sert geçen ergenlik rüzgarıyla tüylerimiz diken diken oldu. Bi ara erkil adetlerin eşcinsel hayatına uygulanırken kafalarda oluşan soru işaretleriyle cebelleştik.bu konuları konuşurken üstüne Anamızın kuzusu ve sevgilisi geldi. Bu buluşma sayesinde onunla da tanışmış oldum hemi de bonus olarak sevgilisi de vardı. Umarım gördüğüm gibi hep mutlu olup gülerken. birlikte gülmek onlara çok yakışıyor. Ten uyumlarını bilimiciim ama renk uyumları güzeldi buluşmada :)

Son katılan üyelerin de yemeğini bitirmesiyle. Beyaz Peynirin sosyal arkadaşlarla yapabildiğin aktiviteleri sevgilinle de yapıyorsun, hayatına sevgili diye birisini sokmak zorunda mısın? sorunsalı hakkında herkes fikirlerini beyan etti. Peynir hangisine biat edecek ona kalmış bir şey elbette. Ama onun hakkında en hayırlısını talep ediyorum kendi nezdimde.

Sadece yemek yenilen bi mekanda yeterince yer kapladığımızı ve ortamın seyrini daha da değiştirmemek adına kalmakaya karar kıldık. Saat 22.00'ı geçmeden içkilerimizi alıp kendimizi çimlere attık. Elbette ki 125 midye kardeş eşliğinde. O akşam Peynir ve Oyuncak ilk defa midye tattılar. VanGörl elleriyle açıp yedirdi. Boşuna ana demiyoruk bu kadına :) Ayıcım sanki biraz ürktü midyelerden bizim 10 parmak yediğimiz varsayarsak o biraz yavaş kaldı. Midye bira ve çimler birleşince güzel sohbet ardından gelirdi zaten. Bonus olarak da kordondaki bi abinin içli klarnet çalışı da eşlik edince güneşi batırdık bi güzel manzaraya nazır.

Buluşmanın narinleri olarak Vangörl ile üşüsek de sohbet ve dedikodu ile içimizi ısıttık bi nebze. İlerleyen saatlerde gruta çiftleşme  minimalist dedikodular hakim oldu. Birden gelişti. Peynir ve Oyuncakla oyuncağın kafasını karıştıran birisi hakkında konuşmaya başladık. Ürkek ama yapacağından geri kalmıyorsun tatlım yaa :) ama çok sevimlisin. Kilo sana yakışıyor ve iyi dileklerin için teşekkür ederim.  Benim için buluşma bu aşamada bitti zaten. Erken ayrılıp sevgilimin yanına geçtim ve sonraki dedikodulardan uzak kaldım. Artık onları da birisi yazarsa oradan öğrenirsiniz anacım benden bu kadar :)

Çim bira midye ve güzel insanlarla buluşmak her daim güzel.
 
DN: Eksik kalan bi ayrıntı varsa yorumlarla doldurun anacım. Evden çıkmadan bi çırpıda yazıp yayınladım. Tekrarını daha genişini yapmak ümidiyle öpüldünüzz :*

9 Eyl 2013

Derin ve Soğuk Ses

size bahsettiğim daş :) sevimli değil mi ama?


Sırrı dökük aynanın arkasından bakıyorum kendime, yüzümde hiç güzel durmayan üryan yalnızlıklar. Baş ağrısıyla yaşanan küçük artçı sarsıntıların ardından, nereden geldiğini bilmediğim bir sesle ürperiyorum.

“Hesaplaşma zamanı, bütün yaşamın şu anda gözlerinin önünden geçiyor. Benim kim olduğumu iyi biliyorsun. Ana rahmine düştüğün andan itibaren öğretilen tek gerçeğinim ben, korkulan ve akla geldiği anda, aniden düşüncelerden uzaklaştırılmak istenen tek doğruyum. Fikrinden ince kırıklıklarla geçen; yarısı beyaz, diğer yarısı zifiri karanlık anlarında var olan, hiçbir zaman hayali kurulmayan, düş olarak bile kabul edilmeyen, korkak bir tebessümle karşıladığın; evet aklından şu an geçen korkunum ben.

Evet, benim adım ölüm…”

Adak ağaçlarımı görüyorum. Her bir düğümde, zihnimden geçenleri seyrediyorum. İçtenlikle istediklerimi ve edepsiz şımarıklıklarımı…

Aynanın arkasından ne kadar da net görünüyor.

Durmaksızın çağlayan bir şelalenin ardından, gözlerim bir hale birikintisiyle parıldıyor. Annemin, kardeşim ve benim için hazırladığı şekerli kurabiyeleri herkesten habersiz mahallemizin bakkalından aşırdığımız sakızları görüyorum. Komşumuzun oğlu Cem’in bizi korkutmak için ara sokaklarda patlattığı kız kaçıranların gölgeli ve tehlikeli melodisini fark ediyorum. Oynadığımız çocuk oyunlarının en zevkli yerinde, annemizin akşamın zifire düşmesiyle; ‘Hadi kızlar eve artık, yeter sabahtan beri doyamadınız sokağa ’ diye seslenişleri duyuyorum.

Puslu bir vakitteyim.

Buraya nasıl geldiğim konusunda hiçbir fikrim yok. Tek hatırladığım yakın dostum Gaye’nin nişan töreninden dönüyordum. Arabanın camından gökyüzünü seyrederken; arkadaşlarımdan gecenin yıldızlara olan imkansız aşk hikayesini;  alkolün vücutlarında bıraktığı derbeder ruh haliyle dinliyordum.

Genzimde oluşan acı kızıl tadı ve rüzgarın uğultusunun yamalı yüreğime bıraktığı serin ayazların dokunuşunu hissediyordum. O an içimdeki mağaradan gelen aynı sesin sessiz yüzüyle tekrar çarpışıyorum.
"Seni birçok defa affettim. Kendi kendini idam etmeye kalkıştığın anlarda bile…
Bu idamlar ki, illaki beden ölümü değildi. Çok defalar anlamsız yürek kanamalarıyla sana emaneten verilen bu hayatın haritasına değerini anlayamayacak kadar kör ve yabancı kaldın. Oysaki sana sonsuz imkanlar verilmişti. İsteklerinin ardında senin için edilen dualarla ayakta durabileceğinin bilincinde olamadın. Bu sebepten de, yaşamaya değer her an’a uzaktan ıska geçtin."
Aynadaki suretime bakarken saçlarımın arasındaki beyaza vurmuş, kahır dokunuşların sızlayan çırpınışı karşısında şaşkına dönüyorum. Otuzlu yaşlarımı sürerken, bu zamansız izlerin kabuğundan sıyrılmayı ne kadar çok istediğimin farkına varıyorum. Terke alışkın yüreğim, söz konusu kendi olunca neden hiç bilmediği bu yerden başını alıp gidemiyor? Oysaki hesapsız ve zamansızca çekip gidilen an’larda, geride kalan fersiz bir hayat olma alışkanlığı, genellikle hüznümün yarım kalmış parçasını oluşturuyordu.

Yine o ses… derin ve soğuk.

“Hatırlıyorsun değil mi? Ana rahmine düştüğün o vakit, etrafındaki meleklerin senin için söylediği bestesi olmayan notasız ezgileri? Kandil ışığı altında annenin yakın yarenlerinin sana dokunuşlarında yaşadığın çekimser korkularını, kundağındaki küçük meleklerin bir çırpıda yok ettiği o emsalsiz anları hatırlıyorsun değil mi? Uyku halindeyken; kötü kabuslardan seni alıp, o küçücük yüreğine bundan sonra gelecek her yaşın için planlar yaparak başını hüzünler kadar sevinçlerle bağlayan, leylak kokulu masal perini hatırlıyorsun değil mi?”

Hatırlıyordum. O sıcak dokunuşları…

Henüz onların dünyasına katılmamıştım. Annemin, beni öğrendiği ilk an’da ellerini karnı üzerinde dolaştırdığında, bana gönderdiği gizli notaların kıpırtısının içime akışını ve bu kalp çarpıntılarının adının sevgi olduğunu henüz bilmiyordum. Şafak vakitlerinde her sabah erkenden uyanıp, sessizce sevişlerini, benimle konuşmalarını ve bana olan meraklı özleminin sancılarını biliyordum. Onların hayatlarına katıldığımda adı sanı belli olmayan bu çarkın zincirleme oyunlarına alet olacağımın farkında bile değildim. Hafızamda ne kadar çok açılmayan kapılar varmış. Zaman, kapalı kapılar ardından beni seyrederken, tepeme binmiş kaygılar ve korkularımla gelecek zamanlardan habersiz planlar yapmışım. Aynanın arkasından kendi yaşamıma ve geçmişime bakmanın ezilmişliği ve hiçliği karşısında, parlak sandığım geleceğin planları içinde batağa saplanan o mahzun hayallerime gecikmenin ağrılı haliydi yaşadığım.

Hafif bir meltem esintisiyle derinlerden gelen o tok ve ürpertici sesle sarsılıyorum.

“Ne kadar çabuk tüketme çabası içine girmiştin yıllarını. Planlar yaparken  bizler sana gülüyorduk. Kurduğun hayalleri gerçekleştirmek için birkaç defa fırsatlar verildi sana, ama yaşamın efsunlu akıntısına kendini kaptırmıştın. Üniversiteden mezun olduktan sonra sana cömertçe sunulan, iş teklifini hatırlıyor musun? Ardına bile bakmadan sana verilen işi küçümseyip senin geleceğin için kaygılanan ailenle alay etmiştin. Bilmiyorsun oysaki babanın ciğerlerine ilk düşürülen o tedavisi olmayan hastalığın sebebini? Senin acılarında ve hüzünlerinde o kadar çok boğulmuştu ki, gönlünü sana meftun etmesini  o kadar bencilce harcıyordun ki bir an önce onda kanayan bu yaradan kurtulmasını sağlamamız gerekti. Babanın içinde çoğalan o sancılı derin yaranın sebebi  senin edepsizce ve anlamsızca önüne sunulan yaşam tuvaline attığın yanlış fırça darbeleriydi. İşte sırf bu yüzden babanı yanımıza aldık. O şimdi inan çok daha huzur dolu… “

Gözlerimin önünde belli belirsiz, üzerinden sıkıca kapatılmış ve kilit vurulmuş bir kapı aralandı. Babamı yirmi üç yaşında kaybetmiştim. O geceyi ömrüm boyunca hatırlayacaktım. Şu an karşımda, paramparça olmuş o vakti teker teker bir araya geliyordu. Erkek arkadaşımla bir partiden dönerken içime çektiğim ot kokusunu fark eden annemin, babamdan gizleyerek beni arka kapıdan eve alışını ve annemin sessiz olmaya çalışan haykırışlarını, babamın hasta yatağında duyup o kabus gecenin sabahında içindeki ıssızlığı tamamen karanlığa gömüşünü, kehribar gözlerini sonsuza dek kapatışını yırtılan bu ahir zaman diliminde tekrar görüyordum.
Birden saklananlar ve sırlar, aynanın diğer bir köşesinde tek tek ortaya çıkıyor. Şaşkınlığım ve öfkem şiddetleniyor. Babamın herkesten saklamayı başardığı tek gerçek ortaya çıkıyor. Ben, her şeyin anlamını yitirdiği o günah gecesinde annemi evimizde başka bir kadınla aldattığını görüyorum.
Babamın beni bu görüntüyü unutmam için defalarca bana gönderdiği hoyrat tokatlar tekrar çarpıyor yüzüme. Hıçkırıklarımın sesi duyulmuyor. Tek duyduğum o ses, yeniden derinden çağlıyor. Bu defa daha hoyrat ve öfkeli…

“Zavallı küçük erkek, şu an haykırsan da bu koca semada sesini biz meleklerden başka duyan yok. Anlamsız gözyaşların. Gözpınarlarından akan yaş değil oysaki… Şiddetlenen ama ne yapacağını bilemeyen küçük bir nehrin büyük akarsulara kavuşma isteği. Geç kalınmışlık nedir bilir misin? Bilmiyorsun… Şu an canını yakan, her hücrende soluk alıp vermeyi engelleyen aldanışlarının günahını ve bu yüzden bir başka yüreği cezalandırmanın bedelini nasıl ödeyeceksin? Hayatına giren sana deli divane tutkun o adamdan, babanın anneni aldatmasının intikamını almaya çalışarak içinde büyüttüğün yalnızlıkları bir çukura atıp oradan çıkamayışlarını zevkle seyrederken acı çekmedin. Öyle ki biz her ölümlüye eşit derecede sevgiyi ve öfkeyi verdik. Sen katlettin içindeki sevgiyi…”

‘Sırılsıklamdım o gece. Annemin intikamını alıyordum. Şiddetli yağan yağmurun üzerimdeki sorgusuz bıraktığı yas dolu etkisiyle…

‘Gitme…’  diyordu sevdiğim adam.
Gitmeliydim...

Bu hikayenin sonunu en başından biliyordum. Bile bile bütün öteki erkeklerden intikam almak ve her erkeğin ikinci bir erkek olabileceği gerçeğini ispat etmek ve diğer erkeğin acı dolu yüreğinde kanamamak için, bana delice aşık olan bu adama veda ediyordum. Hesapsızca aniden, herkesten ve kendimden bile gizlediğim yüreğimin  gizli köşesinden bir çığlık yükseliyor…

Bu ses tanıdık, bana yakın. Evet, bu benim iç sesim… Kocaman bir seslenişin ardından, haykırışlarım bu defa gerçek ve yalansız gün yüzüne çıkıyor. Karşımda bütün asaletiyle duran, göremediğim adını bile telaffuz etmekten çekindiğim sorgu meleklerine kafa tutarcasına üzerime yapışan bu yaftanın haksız yenilgisi karşısında direniyorum.

İtirafım: Evet Haklısın…

İlk başlarda bu kadar yürekli değildi adımlarım. Ne kadar gerçekçi davranmışım ki, sizler dahi inanmışsınız bu oyunumdaki sahte rolüme. Bende olan ne varsa vermiştim sevdiğim adama… Sevdiğim adam diyorum, çünkü gerçekten sevmiştim… İlk başlarda sıradan ve diğerleri gibi intikam almak için kurulan bir yap-boz oyunuydu, kabul ediyorum. Takatim kalmamıştı yalancı yüreklerde sevgi dilenmekten. Kendimle baş başa kalmaktan korkar olmuştum, sevgisizliğin ve ilgisizliğin bir hastalık gibi kanımda dolaşmasının intikamını almaya çalışıyordum. Bir sınır çizgisinde olduğumu onun yüreğiyle karşılaşınca anladım. Hayal bile edemeyeceğim güzellikteki yüreğinde kendimi kaybetmekten korktuğum için, onun karşısında küçük bir oğlan çocuğuna dönüşen ağlayan ve tükenmeye başlayan cüssemle ondan kaçtım.

Sessizlik…

O an’da oluyor her şey, etrafımda gerçekleşen olayların farkına varmaya başlıyorum.
"Küçük, bu son oyunda kartlarını açık oynadın. Yıllarca yalanlar ve aldanışlar üzerine kurduğun bu dünyandan, tanrıya borçlu olduğun sevginin sadakatinin gerçekliğini, bu vakitte gösterdin. Şimdi korkma. Yüzünü fırlatıp at, düşlerini ve hayallerini çıkar gözlerimin önüne hadi. Gözlerime bak… Her şeyi anlatacağım sana korkma. Bir trafik kazasıyla alıyoruz şimdi seni yanımıza, sen ve ben başka kimse yok

Korkma...
Hayatın iki gerçek üzerine kurulu olduğunu anladın sen bu ahir zamanda… Aile sevgisi ve aşk, hesapsız  yalansızca. Gözlerime bak ve sakın korkma."
Ölümü gördüm. Tanıdık bir yüzdü öyle ki kabul edip aldım içime. Şimdi ben soğuk bir güz döneminde bedenimi toprağa veriyorum. Fersiz bir gecenin içinden miadını doldurmuş hüznümle yüzümde hiç eksilmeyen üryan yalnızlıklarla terke gidiyorum. Hiç kimsenin bilmediği o farklı yaşamda gerçek olmuş hayallerim, düşlerimle ve keder kokan şarkılarla raks edip büyük bir coşkuyla susuyorum…

23 Tem 2013

Sessizlik

Hafif kumral her zaman iyidir ;)


Paylaşmak istediğim bir sıkıntım var sadece. İçimi dökmek istedim ben de. Aslında bu anlık bir şey de değil. Hayatım boyunca benimle beraber olan bir sıkıntı. Bilmem kimler okur bunu, kimlerin ilgisini çekebilirim ama... Neyse ben konuya gireyim. Siz de bilirsiniz ki insanlar türlü türlüdür. Bir arada olmamızın sebebidir aslında bu çeşitlilik. Farkında olmasak da bizi sıkı sıkıya kenetler, uyum içinde yaşamamızı sağlar farklılıklarımız. Ama bir özellik vardır ki insanlar bundan şikayet etmeden duramaz, adeta kabullenemezler: Sessizlik.
Sizin de büyük ihtimal anlamış olduğunuz gibi ben, her ortamda mutlaka bir tane bulunan, sessiz, sakin, içine kapanık insanlardan biriyim. En yakın arkadaş(lar)ım ve ailem dışında kimse hayatımda neler olup bittiğinden haberdar değildir. Hatta ailem bile bilmesi gerektiği kadarını bilirler. Sorsanız cevap veremezler hakkımda herhangi bir soruya. Gizemli olduğumu söylersem eğer size, bütün bu durumu olabilecek en çekici ve en güzel haliyle tanımlamış olurum. Çünkü bunun dışında kullanabileceğim tüm tanımlar genelde insanların benden uzaklaşmasına sebep olabilecek tanımlardır. Ben anlatmasam da kendimi insanlar zamanla tanıdıkça uzaklaşıyor genelde zaten. Ben kendime alışmayı becerdim. Ama aynı performansı etrafımdakiler sergileyemiyor.



Kimsenin bana katlanmasını beklemiyorum yanlış anlamayın. Ben zamana ihtiyacı olan biriyim. Gel gelelim insanlar çok aceleci. Çabucak tüketip yaşanabilecek her şeyi bir anda yaşamak, konuşulabilecek her şeyi hemen konuşmak istiyorlar. Ben ve benim gibi insanların sadece sabra ihtiyaçları var. Bunları yazıyorum çünkü internette forum sitelerinde olsun, sözlüklerde olsun sessiz insanlardan yakınılıyor. Bazıları uzak durulması gereken tip olarak tanımlıyor bizi, bazıları sıkıcılığımızdan bahsediyor. Hâlbuki biz bu hayatın belki çekilmez, belki anlaşılmaz ama gerekli olan kısmıyız. Ortamda konuşan birisi varsa onu dinleyen biri de olmalıdır. Çok konuşan birisi benim suskunluğumdan dert yandığı zaman, ben hep onun "dinleyememe"sine üzülmüşümdür. Dinlememek demek bencillik demektir. Dinlemeyen insan sadece kendinden bahseder durur. Acaba hiç bir sorununuzdan bahsederken çözüm arayışınıza katılmayan sözünüzü kesip "Hıı.. Öyle mi?" deyip geçen hemen sonra kendi hayatından bahsetmeye koyulan bir arkadaşınız oldu mu? Olmasın. Eğer karşınızdaki insan sizi dinliyorsa değer veriyor demektir. O kadar bile değilse saygı duyuyor demektir. Ben sadece şunu merak ediyorum keşke bir cevap veren çıksa, neden konuşmuyor olmamız bir sorun? Neden dinliyor olmamızın bir anlamı yok?



Hayatım boyunca suskun bir insan olduğumdan ötürü kendimi suçlu hissettim, suçlu hissettirdiler. Ama şimdi böyle değil ben kim olduğumla gurur duyuyorum. Ve benim gibi insanlara karşı bir parça anlayış istiyorum. Bu kadar.

Sloganım Yok...



Şimdi ne desem sana boşuna, ne yazsam anlamsız.
Sustuğum kadar sen olmuşum, yuttuğum kadar ben
Silip duruyorum tüm dillerden veda sözcüklerini
Gözümü kapatıp sensiz hayaller kuruyorum durmaksızın,

Olmuyor…

 
Yüreğim bu kadar sen olmuşken başka türlüsü düşünülmüyor
Ne yana baksam dolunay, ne yana dokunsam ay ışığı
Caddeleri bölen sokaklarda saklı mor menekşe saksıları
İçinden gözlerin keşen şarkılar kulaklarımda
Ihlamur kokusuna bulanmış notalarımın arasında

Bitmesin…

 
Uzakta ama canımda kal
Parmaklarım olmasa da kelimelerim dokunsun şakaklarına
Bir kelebek misali her sabah gözlerine konayım
Susayım, susayım kirpiklerinde soluklanayım
Ve bazen düşlerini bölen gecenin ortasında
Ruh olup dualarına sarılayım

Unutma.. artık sen sadece senin değilsin,
Kanatlarında yeşili gizlemiş kelebeğinsin…


24 Ekim 2010

5 Tem 2013

Sevgi mi, Ticaret mi ?



Şu sıralar evde alışık olmadığımdan daha fazla vakit geçiriyorum. Bu zaman zarfında da ufak çaplı romiyoda vakit geçirirken aklıma bir soru uzunları yakıp tecavüz ediyor.  Sizinle paylaşayım istedim ben de. Minik bi sorum var belki biraz da cevabı içinde olan türden.


Birisinin gözlerinde kendini gördüğünde, onunda senin gözlerinde kendisini görmesini beklemek,
Elini tuttuğunda onun kalbinin de senin gibi çarpmasını beklemek, aşkından yanıp tutuşurken onun seni özlemesini istemek, senin onu sevdiğin kadar seni sevmesini, senin ilgi gösterdiğin kadar (bazen daha fazla) ilgi beklemek,
Bazen de onun için yanıp tutuşurken onun kül olmasını beklemek,

 
Sevgi midir, Ticaret midir?

DN: Verdiğin bir şeyin karşılığını istemek ticaretin temelinde bulunan bir olgu değil mi?

4 Tem 2013

masum olmayana son dakika gelen kelimelerimle eklediğim minik bir post


---> devamı



Ve soyu sopu belli olmayan acılarıma mahkum oluyorum. Her adın anıldığında tekrar tekrar peydahlanıyor kalabalık ortasında kimsesizliğim. Kürtajla alıyorum hayallerimi.

Anlıyor musun beni?

Kürtaj uyguluyorum düşlerime, hayallerime, sevinçlerime. Yani senden bana gelen her şeyi! Çünkü tek başıma bakamam, sonu ''biz'' olmayan hayal ceninlerine... Büyütemem sen yokken onları. Evet! En iyisi öldürmek onları. Yüreğimin yaşına bakmadan öldürmek! Bak öldürüyorum ümitlerimizi! Evet, katili oluyorum ''bizim''. Bizi öldürüyorum, kendimi senden soyutlayarak. Müşterek kurduğumuz dünyanın tek vatandaşı olarak yaşıyorum sonra: Dünyamdan atıyorum ve gidiyorsun sen! Kendine başka cennet bulan bir melek gibi. Bu gidişin kanatsız olacak ama bilesin, şimdi lütfen yüreğimde doldurduğun yeri terk et ve git. Sakın ardına dönüp bakma. Gitmeyip kendine ihanet etmeni istemem. Sonucunda mutsuz olan ben olsam da bunu istemem. Şimdi hoşça kalıyorum.

Sakın beni düşünüp merak etme(işaretsiz bir noktalama)

Masum Değiliz... Hiçbirimiz...


Ne ağır bir yük değil mi? Bir insanın sorumluluğunu almak. Sevgiyi taşıyabilmek sorumluluk ister.

Eş olabilmek için evlenmek gerekmiyor, aynı çatı altında yaşamanın eş olabilmenin şartı olmadığı gibi… Her gece aynı yastığa birlikte baş koymak da gerekmiyor eş olabilmek için. Dünyada en sevdiğin insanın da eşin olması gerekmiyor.

Eş olabilmek sorumluluk taşıyabilmek. Aynı yolda yürüyebilmek. O yolda yürürken sevgiyi sırtlarsın omuzlarına. Yalnız olmadığını bilirsin. Düşeceğin zaman bir elin sana uzanacağını bilirsin. Bir limanın olduğunu bilirsin her zaman, sığınabileceğin, ama hep gemi olmazsın yeri gelir sen de liman olursun eşine. Bilginle değil, sevginle kucaklarsın onu…

*
İşin farklı olur eşinle. Okuduğun kitaplar farklı olur. Bazen dinlediğin müzikler de konuştuğun insanlar farklıdır. Yaşanan yalnızlıklar farklıdır. Senin eşini özel yapan belki bu farklılıklardır.
Eşinle sadece aynı yolda yürürsün, tüm farklılıklara rağmen. Onunla ayrı dünyaları paylaşırsın.
Eş olmak paylaşmaktır.Yalnızlığın ayırdığı duvara kadar…

*
Gün içinde ruhunun coşku ile dolduğu bir anda aklına geliverir eşin, arayıp paylaşmak istersin ruhunu. O coşkudan ona da vermek istersin. Tıpkı hayatının zor bir dönemecinde eşinin senin yanında olduğunu bilmek gibi…
Gücünün tükendiği anlarda ondan güç almak gibi…
Elinden tutabilmek gibi…

Eşin düşünce hatırına,i çine huzur dolar. Çünkü sen eşini bulmuşsundur. Sen evrende kendine ayrılmış boşluğu doldurabilmişsindir. Eşin senin aynandır. Kendini daha kendin gibi görürsün ona baktıkça. Karmaşık düşünceler içinde boğulmazsın. Sen eşinle büyürsün. Ruhunu zenginleştirirsin onunla. Eşin seni kendine güvenen bir insan olduğun için değil, sen olduğun için seni sever. Sevginin bu türden koşulları asla olmaz.

-Sahiplenemezsin eşine.Kimse kimsenin sahibi olamaz bu evrende. Sen sadece onun eşisin.Sana eşlik eden kişi o hayat yolunda.



Eş demekle neyi kastettiğimi anlayabiliyor musun?



Ne isterdim biliyor musun?

#Seninle birlikteyken yürümeyi, yatak odasının dışına çıkmayı, arada bir sinemaya gitmeyi, ağzından bir çift tatlı söz duymuş olabilmeyi….

#İlişkimizin(!) yatak odasının içine hapsolmamasını…

#Yaşadığım psikolojik sorunlarda yanımda olduğunu bilmeyi, senden yardım isteyebilmeyi, sorunlarımı aşmam ya da yüzleşebilmem için bana yardım etmeni, cesaret vermeni…

#Seninle bir kere tatile gidebilmiş olmayı, senin beni yanında istemediğin tatilde birlikte olabilmeyi…

#Babam ameliyatta iken ilk telefonu senden almayı, korkuma, tedirginliğime ortak olabilmeni…

#Gün içerisinde durup dururken beni öylesine aramanı, bir sebep için değil, öylesine aramanı…

#Sana gönderdiğim sevgi mesajlarını silip sessiz kalmamış olmanı. Sana değer veriyorum dediğimde “ben de sana" diyebilmeni… “Sana değer veriyorum" u saflığımı yitirdikten, sevgimi öldürdükten sonra, az önce söylememiş olmanı…

çok geç

#Hasta olduğunda ilk beni aramanı, koşarak senin yanına gelmeyi, başında bekleyebilmeyi, elimden gelen her şeyi yapabilmeyi…

#Birlikte hayal kurabilmeyi…

#Seninle içinde biz olan sözcükler kullanabilmeyi…

#Sergimde seni görebilmeyi, en azından izlediğini bilebilmeyi…

#Annen hastalandığında acına ortak olabilmeyi, birlikte ağlayabilmeyi.

#Beni ailene “arkadaşım, dostum" diye tanıtmış olmanı…

#O gün, ben Bursa'ya gidiyorum dediğimde “Gitme sana ihtiyacım olacak" diyebilmiş olmanı

#Koca bir ay boyunca beni bi' kereden fazla aramış olmanı… O bir kere aradığında beni sadece cinsel paylaşım için çağırmamış olmanı. Senin evine geldiğim o gece kafam karmakarışık iken konuşmaya ihtiyacım var iken bana cinsel olarak yaklaşmamış olmanı. “Beni buraya özlediği için mi çağırdı yoksa sadece cinsellik için mi?" sorusunu kendime sormamış olabilmeyi.

#İzmir'e yeni gelmişken sorunlarla beni yalnız bırakmamış olmanı. Var olan cinsel problemimde bana yardımcı olmanı. Bunu ikimizin bir sorunu olarak görebilmiş olmanı. En azından bu konu hakkında konuşabilmiş olmayı…

#Beni bir kere dudaklarımdan öpmüş olmanı…

#Sonradan tekrar ilişkiye başladığımızda bir şeyleri azıcık düzeltebilmiş olabilmeyi, daha sık görüşebilmeyi…

#Beni birlikte olduğumuz süre içinde hayatına sokabilmiş olmanı…

ve


Bütün bunların ağırlığı altında ezilmemiş olabilmeyi, saflığımı yitirmemiş olabilmeyi ama geç artık…

Eller günahkar
Diller günahkar
Bir çağ yangını bu bütün
Masum değiliz hiçbirimiz!

 
 
                                                                                                                          Minik bir ek için    ---->
Blogger Witget