31 Eki 2012

Mini Aforizmalar


 

Birbirimize girmiş iki yarımız bir “bir”de; ortadan iki

 sınırı, resmiyeti yok; meselâ aklın, kalbime değik durur;

 benim gözlerim, senin yanağının sahiline vurur durur, bir sabitlik yok,

 özünün suyuna girer çıkar gözlerim ve bundandır tertemizdir bakışım…

 
***************************
 

 

Gel seninle bir uyku gelişinde buluşalım. Kapanan gözlerde

 saklambaç oynayalım; baş düşüp, göz açıldığında sobelenelim seninle. Uykuya tam geçildiğinde, seninle dolaşalım yalınayak rüyaların eşiğinde. Rüya dediğin

 birkaç saniye amma bazen içine sığan koskocaman sergüzeşt. Gel o hal, aşkı

 anları, rüyaların kalbine d/okuyalım; iç içe boyut artsın katışıksız sevmeler…

 
******************************
 

 

İki nokta arası siyam ikizi paraleliz seninle… Yapışık olan

 nasıl paralel olur mu? Sen varlığımızı/yarlığımızı kütlesel mi bildin?! Şekilden

 şekle girmişliğimiz dışta doğrudur, lâkin içte ben ben, sen sen ve aşk nadası

 mesafeler… Sen ben gibi ben, ben kadar ben olsaydın zaten ben ben olurdum da,

 be(den)nden yaratılışının anlamı sakata gelirdi. Sen, sen kal, ben ben; en

 güzeli seni ben, beni sen eylemeden, dolanalım bir “biz”in semtinde…

 
******************************
 

 

İki nota arasıyız… Sesimizin sularında iki nota arası, sen diyez isen, bemolüm ben; mesafe aynı mesafe, yer aynı yer, sesinin nefesimden yaratılışı ki gerçekten böylesi güzel içi güzel…

                                                                           
(sesinle, seninle, sesinin ninnisiyle)

*****************************

 
 
 Dalını bulutuma bağla, kökten değil, gökten sulayayım seni.

 Ayaktan değil, baştan büyü sen.

 

30 Eki 2012

SUÇ!


Suç…

Her kimle lanse edilse içimizi yakar bizimle bir bağlantısı olmasa da. Fakat bizimle bağlantısı yönelimle olduğunda ayrı bir yakar her Lgbtq ‘in yüreğini.

İçimizde hissederiz, o yönelimi yüzünden eziyet gören “insan”ın acısını. Biz şu an kendi sıcak yatağımızda uyumaya çabalarken ya da sessiz rüyalarımıza gömülürken. Sessizliğinin bedelini canıyla ödeyen nice nefret kurbanları var kim bilir. Biz sadece filmi yapılanları ve bize gösterilenleri biliyoruz veya duyuyoruz.

Nefretin her an nerede çıkacağını kestiremiyoruz hiçbirimiz. Kestiremeyiz de zaten. Böyle bir olanağa sahip olsaydık zaten o nefreti çıkacağı deliğe geri tıkardık, imha etme çabalarına soyunurduk gönüllüce. Bunu yapamadığımız için gönüllü olarak nefretin kurbanları adına sadece arkalarından üzülüp  yürüyebiliyoruz sadece…

İzlediğim filmde vardı.bir tık'la İlk yürüyüşlerden sayılırdı sanırım kronolojik olarak yanılıyor olabilirim, ama ilk nefret suçu kurbanı olduğuna göre oradaki yürüyüş de bu konu üzerine ilk olanıdır diye düz mantık yaptım. Neyse başlangıçta yürüyüşte çift basamaklı sayıyı zor bir araya getiren bir grup güzergâhlarında olan kavşaktan dönerken birden duyanlardan sonradan yetişenlerin ve izleyenlerin sağduyulu olanlarının da katılımıyla sayılarını artırır. Bu kısım beni etkilemişti cidden. O sağduyulu ortam, tek yürek olma azmi hep kamçılar içimdeki tek dişi kalan aktivisti(!)

 

Filmde beni etkileyen sahnelerden biri de Bush’un konuşmasıdır. – güzel şeyler(vaatler) söyledi yasal bağlamda- ama filmin sonuna doğru anladım ki sadece söylemiş çoğu lider gibi.

 

Babanın konuşması filmin sonuna doğru fena dokundu. Hele ki eş cinsel oğlunun kimliğini ağzına dahi almadan onun hakkında öyle samimi konuştu ki... (fena dokundu yani…) o boğazının düğümlendiği “benim en kıymetlimi çaldınız” kısmı hele filmin en anlamlı! Ve de damar kısmıydı diyebilirim… Ama öyle bir aile ki oğlunu öldüren kişilere nefretlerini gizleyemeseler de sırf oğullarının istemeyeceği bildikleri için ölüm cezası almalarını istemiyorlar. Ki zaten ölüm cezası böyle bir vicdani muhasebe için kurtuluş olurdu. Sanırım bu kararlarını bu konuda tutarlı buldum.

 

-Ölüm anılacak ve yaşamla savaşı devam edecek… ve biz hiçbir yere gitmeyeceğiz…

- Dünya dönmeye devam edecek, bizler sadece ziyaretçileriz. Peki, neden herkes tek düze bir ziyaret faslı geçirmek ister? Neden farklı görünene katlanamaz? Neden hep yalancı aynalar ister?  Neden görmek istediği şekilde bakar? Ve neden istediğini görmediğinde öldürür?!

 

Küçük bir kasabanın sloganıyla; “yaşa ve yaşat(!)” …

 

 

 

 

29 Eki 2012

Ne miyim? İşte Buyur!..


Sorulaaar… sorular…

Sanki başka işimiz yokmuş gibi, bir de bu soruların odağında olmak ayrı bir yoruyor insanı. Bir de başkaları tarafından sorgulanmanın yanında, kişi kendi içinde de kendini irdelemeye koyuluyor engel olamadan… “sen nesin?”ler birden  “ben neyim?”e dönüşüyor.

İşte o zaman cevaplar yığılıyor ansızın önüne:

Ben ne miyim?

Senin karanlıkta atmaya korktuğun çığlığım,

Dolunayda ayın karanlık yüzünü görebilenlerdenim,

Yapabilmeyi istediğin tüm acımasızlıkları yapan iradenim,

En utandığım duygunun yüzsüz süvarisi,

Vicdan krallığının zindanındaki tek mahkumum,

Yelin götürdüğüyüm…

Senin ne olduğunla ilgilenmeyenim!

Algı duvarlarındaki çatlak benim,

Tanrının kılıcının kör tarafı,

Şeytanın ateşinin koruyum.

Sabah kalktığında o boğazını yakan ilk nefesin nedeniyim.

Üstüne sifon çektiğinim!

Duygularının rutubetiyim.

Hiç hesaplamadığım kar,

Hep merak ettiğin zararım…

Mideni bulandıran çürümüş gerçeğin bakterisiyim.

Her damla yalan gözyaşını tanrıya hesabını verenim…

Söylemekten utandığın her şey,

Yaparken gururlandığın hiçbir şeyim…

 
 
Kısacası
Sana göre hiçbir şeyin her şeyiyim!..

26 Eki 2012

Salıncakta Zaman





Hayat, bir salıncakta sallanmak gibidir. Bizi sallayan zamanın elidir; kimi zaman uçurur bulutların üstüne, kimi zaman acımasızca sokar yerin dibine. (acaba biz o durumdayken kötü kız kahkahası da atıyor mudur bilmem) Neyse ilk bindiğimizde hiç böyle değildi. :Ayaklarımız dahi ermiyordu emin ve güvende olacağımız zemine. Ama sallanmakta emindik, düşme endişesi germiyordu. (sonra annemiz düşcen dedim dedim bak gördün ne oldu naralarıyla arkamızdan gelmiştir hep)

Aslında ilk bindiğimizde o fevri bencil kibrimizden arınıp annemizin sallamasına izin verdiğimizde sallayan elin neler yapabileceğini biliyorduk, çünkü zamanın eli gibi nankör değildi bu sahibe. Anne eline güveniyorduk. Haklıydı da…

 

Anne eli asla zamanınkine benzemiyordu. Onunla beraber yavaşça sallanıyordu. Salıncak ile anneminki arasında gizemli bir ahenk vardı. İşte o ahenkle uçtuğumuz zannediyorduk ya..(ne kadar aptalmışız yahuu :P) zaman ise aksine darbesini vurup sallanmamızı izliyordu(!)

 

İlk evrelerdi bunlar çabuk geçecekti. Güvendiğimiz anne eli de bu hayattan göçecekti. O da zamanın nankör kollarına bırakacaktı, ama tek farkla artık ayaklarımız yere basacaktı.( b*k varmış gibi) gerçi o da yaramayacaktı. Zaman bu ayaklarımızı da bağlayacaktı. (ne zamanmış kardeşim diyenlerin sesi geliyor sanki ) gözlerimizi ve ellerimizi bağlayıp gerektiğinde kulaklarımızı da tıkayacaktı. ( bak hele sen şu köftehora)

Ne de olsa dünya zamanın evi, bize her zaman misafirperver davranacak değildi.

Tam ayaklarımız basıyor diyecektik sonunda kendimiz sallanabilecektik ama yine de o ilklerdeki elin bir elin bizi sallamasını isteyecektik…

Uçma evremizdi ne de olsa artık tekiz. Daha zamanın diğer yüzünün farkına varmadığımız pembe dünyamızdayız. Ayaklarımızla uçuruyorduk kendimizi tabakhaneye b*k yetiştirir gibi.

 

Bu salıncağa yeni kişilerde katılacaktı, Zamanla aramızda bir yer açılacaktı. Bu evrede yere düşüp yaralanacaktık, ama tekrar uçma kuvvetini bulacaktık. Tekrar… Tekrar…

Her zaman bizim için son olsa da zamanla kafa kafaya sallanırken yine aramıza bir kişilik yer açılacaktı. Bu evrenin gereği bu olacaktı.

Artık hızla bulutlara uçmaktan yavaşlıyorduk.(Felixvari yükseklerden inip totomuzun üstüne oturacaktık ) durup yerde kendi çevremizde sallanacaktık. Zamanın, ilk evrelerindekilerden farkını anlayacaktık. Kendimiz olgun olacaktık ama ufak dertlerimizde boğulacaktık. Eskisi gibi tekrarlanacağını bile bile başlayamayacaktık. Ayaklarımız yerde sağlamlaşacaktı.

Bu evre uzayacaktı, kendiliğimize varamadan bitecekti. Kafayı kaldırıp zamanla kafa kafaya gelmek, aynı salıncakta tekrar sallanabilmek, eskisi gibi tekrar uçabilmek için tekrar güç bulabilmek süreyi uzatacaktı elbette. Ama zaman bize bitmeyenin olmadığını da öğretmişti. Farkındaydık… Bitecek…

Son evre… Son dönemeç… Son… Son…

Salıncakta durmaktan başka yapacağının olmadığı, zamanın bizimle uğraşmasına gerek kalmadığı, çünkü insanın kendisini deşmekten alamadığı hazin bir zaman. Diğer zamanlara inatla hazan. Biliniyordu sona varıldığı. Biliniyordu hayattan koparılacağı. İlk evredeki parçasını sallarken ondan uzaklaştırılacağı anı, eskiye özlemle sağanağı başlatıp uzağa kanat çırpışını… Öğrendikleriyle, öğrettikleriyle var olarak yok olacağını. Salıncaktan inip rahata varacağının farkındaydı. Ve sonu o da tadacaktı sonralara miras bırakarak…

Son…

 

Ne Çok Yedim



Ben ki tipik akrep burcu özelliklerini taşıyan birisiyim. Bu özelliklerimden en sevdiğimi tatlı sever birisi olmamdır. Öyle böyle değil kahvaltıdan akşama kadar üç öğün tüketebileceğim tek tat tatlı olan her şeydir. Neyse kısa kesip saadete geleyim.

İşte bu tatlı severliğimi ödüllendirmek için hazırlanmış bir haftaydı sanki bugün. Neredeyse her gün doğumgünü pastası yedim. Bir akrep daha başka ne ister ki :) Öncelikle bir arkadaşımın doğumgünüsü vardı. Sevgilisi güzel bir sürpriz gerçekleştirdi ona. Biz de bu sürprizden faydalanan yegane kişilerdik. Artık evimiz gibi olan bir cafede kutlama hazırlıklarını yapmıştık. Doğumgünü kadını geldiğinde habersizdi. Zira kendisi uzun senelerdir böylesine samimi bir lgbt bireylerinden oluşan bir arkadaş grubuyla kutlama yapmamıştı. Sanki ben sürekli yapıyormuşum gibi konuştum ama bizim arkadaşlarla bize her gün bayram ;) Neyse sevgilisinin kendi sesinden doğaçlama bir şiiri ve sevdikleri şarkı eşliğinde sarılmalarla ilk sürprizi yaptık. Sonrasında cafenin mutfağına girerek grubun göccüğü olaraktan pasta dilimlerini hizmet ettim. Afiyetle yiyip içtikten sonra ise kordona çimlere inerekten kutlamanın ikinci kısmına sürprizlerin ekşınlı bölümüne geçtik.

Bu kısım benim de hayatımda ilk kez gerçekleştirdiğim bir doğumgünü sürpriziydi. seneleer öncesinden patlattığım maytapları almıştı arkadaş ve grubun afacanı olaraktan ona yardım eden korkusuz kişisi tek ben olunca beraber yerden bitme 2 tane maytap ateşledik ve karanlık kordonu aydınlattık. Tabi bu aydınlatma kordonda oturanların ilgisini celbetti. Tüm gözler muhabbetlerde olan kulaklara inat bize odaklanmıştı. kordona inerken  sevgilisine yığınla uçan balon alan sürprizci sevgili her birimize ikişer üçer tane  balon verip bizim eğlenmemizi seyretti. sonradan gelişen bir aktivite ile bu balonların uçlarına pasta süsü olan maytapları bağladık ve yakıp gökyüzünün karanlık simalarına salıp uçmalarını izledik. Çok güzel bir görüntüydü biz alkışlarken bir baktık mekanlardan bize eşlik edenlerin gözleri balonlarımızdaydı.


Bu eğlenceli ve değişik aktivitelerden sonra oturup çimenlere çiğdemlerimizi çitledik sohbet muhabbet vs. tipik kordon takılmasına bağladık.


Gelelim ikinci pastama. Bu yiyintinin sahibi ise benim. evet yakın bir zaman diliminde benim de doğum günüm vardı. Ama bu pastadan benim heç heberim yoktu. Önceki gün sürprizi yapan ben bu sefer yapılan taraf oldum. Bu sürprize düşüp kendimi saf gibi hissetmemin temelli nedenleri vardı. Öyle bir komploya kurban gittim ki. Sevgilim en samimi arkadaşımla birlik olup beni alsancağa davet ettiler. Ki benim o gün alsancağa gelmem imkansız gibi bir şeydi. Çünkülüm ben o gün memleketime bayram nedeniyle yolculuk edicektimdi. Ama benim arkadaşım olan kişi beni ne yapıp edip o alsancağa getirir. ne de olsa benim arkadaşım dimi, korkulur bizden :) neyse evden çıkarken az çok entirika sezimliyorum ama öyle bir yalan ki temeli var kendi sürdüğüm tezi anti-tezimle devredışı bırakıyorum...  atladım eshotuma tıpış tıpış gidiyorum. o anda da sevgilimden inanılmıcak sıklıkta mesajlar geliyor ve ben azarlıyorum onu. Arkadşımla alsancağın klasik buluşma noktası Sevinç'in orda buluşcaktık. Ben erken geldim bekleyen taraf oldum. Sevgilim o arada hiç olmadığı kadar sorgulayan mesajlar atıyor. Ben de saf saf yanıt veriyorum şurdayım burdayım diye, ne de olsa bizimki sorgulamaya başladı yaa hevesini kırmayalım dedik. Demez olaydık arkamdan bildiğin zort diye birisi atladı körpeçik bedenimin üstüne. Bende bir afallama sendeleme ürperme silsilesi gerçekleşti. Mal mal bakmaktan sarılamadım bile sonradan beni sürükleyerek pastaneye soktu bir masaya oturduk. O esnada benim tüm tezlerim aklıma geldi. Hepsi tek teeek yerine oturdu. Bir aydınlanma sezinledim kendimde ama hepsine rağmen ağzım hala açık... Sevgilim sevine sevine yaptığı sürprizi anlattı filan. Pastamızı yedik hediyemi aldım. Sürpriz, hediyem, pastam ve tebiki sevgilim çok tatlıydı o gün.Kutlama sonrasından da sevgilimin kardeşiyle buluştuk ve Kemeraltında bayram alışverişi turlaması yaptık.

veee son yiyintim, asıl günümde ve asıl ailemle minnak bir kutlama oldu. arefe gününde memleketime, babaocağına geldim. Eve girdiğim gibi annem kısa bir kucaklaşmadan sonra beni mutfağa götürdü ve dolaptaki pastamı bana hediye etti. Tatlı sever ben ve bir adet 4 kişilik pasta. Tanrım bu hediyelerin acısı nasıl çıkıcak benden çok merak ediyorum. Bu kadar tatlının çıktısı nasıl olcak benden. Kendi pastamı süsledim mumlarımı ateşledim ve bir güzel üfledim. Annem ve ben ne kadar minik bir doğum günü. insanların varlığı değil düşünceleri mutlu eder kişiyi.  Bu sene bireysel kutlamalardan gidiyoruz hadi hayırlısı bakalım...

Ne Açıdan İstiyoruz?


 
 
 
Tanrım o günleri görebilecek miyiz?

Sanmamakla beraber benden sonraki nesillere umarak bakmak istiyorum.

 

Memurun bana yanımdaki sevdiğim adamı kastederek “kocalığa kabul ediyor musun?”  sorusunu yönelteceği günler. Ahh ahh… evlilik hakkında sadece heteroseksit düşüncelere sahibim. Bunun olması tabi ki de normal çünkü çevremde eş cinsel bir evliliğin iyi-kötü yanlarını dinleyebileceğim bir çift yok tanıdığım. Olmasını isterdim bu renkli arkadaş portfolyomda onların da bulunması beni mutlu edebilirdi. Lakin böyle bir şansa erişebilmem için bu konuda yasallığı edinmiş ülkelere göç etmem gerekli. Böyle bir şey eskiden çok hatırıma geliyor olmasına rağmen artık puf oldu uçtu denilebilir. Ülkemi seviyorum önyargısına, yakımına, yıkımına, sayımına, sövmesine rağmen… ne yaşayacaksam kendi dilimde ve topraklarımda yaşamalıyım diye düşünüyorum. Kimilerine göre esas olan yaşadığındır nerede yaşadığının bir anlamı yoktur. Ama bence vardır. Eski yazarlar, mekanları, zamanları öyle işgüzarlık olsun diye sayfalarca anlatıp bizi baymamışlar. Sonradan gelişen olaylar silsilesine hizmet etmesi için bu olguları kullanmışlar. O yüzden ülkemde olarak bir adama aşık olup onu sevmek daha cazip geliyor bana.
 
 

Başka bir fikir daha var aslında kafamda bu konu hakkında.

Heteroseksit yaşantının gereği olarak toplumsal normlar doğrultusunda yapılan bir akit olan bu tören bizim yaşantımız için de geçerli midir? Ya da her ne kadar homojen yaşadığımız hayatta heterojene özentilerimiz yok değil mi? Toplumun düşüncelerine ne kadar aykırı düşsek de beynimizin daha bıngıldaklık evresinden itibaren o tarz düşüncelerin empoze edilmesinden kaynaklanan bir yadsımama durumu mu? Cevabını ben de tam olarak verebilmiş değilim aslında. İllaki böyle bir akite ihtiyaç var mıdır bizim yaşantımızda? Sevdiğin kişiyle aynı evde yaşayıp hayatını paylaştığında “evlenmiş” olmuyor musun zaten. Evlilik bu değil mi?*  artı olarak bir çift yüzük ve imza illa gerekli mi? Bana kalırsa değil. Keza şu aralar eş cinseller arasında bu özentiliğin verdiği bir yüzük takma furyası dolanıp duruyor. Bir yanım istese de bir yanım gülüyor. Ama en çok da gülüyorum.

 

Aslında her şey bir imza değil, çoğu şey artık bu kadının bekareti bana ait! Bu kadın benim bencilliğinden başka bir şey değildir. Ailelerin onayını da aldık, artık sevişebiliriz, seni patlatabilirim demek. Kusura bakmayın bu konularda isteksiz sertleşebiliyor dilim…

 

Eee bizim ne patladığımız ne de ailelerimizin onayını alma lüksümüz var. Peki sizce böyle düşündükten sonra, yaptıklarımızın ya da isteklerimizin toplumsal normların doğamıza fazlasıyla işlemiş olmasından kaynaklı olmadığını söyleyebilir misiniz?

Bana gelirse, ben yüzük takmayan sevdiği kişiyle yaşayan hesap vermeyen bir özgür kız modeli çizmek istemem. Ben de evlenmeyi isterim ama heteroseksist düşünce yapısıyla değil. Aksine yasa bizi kabul etti en önemlisi ailelerimiz bizi hala seviyorlar ve bu mutlu günümüzde yanımızdalar diyerek tüm ailemin gözleri önünde (ruh)eşimi öpmek için. 

 

Ya siz?

 
 
* ; evlilik hakkında ne tecrübem ne de detaylı bir düşünceye sahip olmadım. Sadece uzaktan bakıp irdelediğimde en yüzeysel şekliyle böyle gördüğümü söylemek istedim.

 

İlkler Unutulmaz...


 
 
Bir gün yine günlük okumalarımı yaparken bir ibare gözüme takıldı ve bir zamanlar ateşli bir şekilde blog açmayı arzularken zamanla içimdeki o ateşi söndürdüğümü fark ettim.

 

“Peki, kendilerini “yeni medyacılar” olarak tanımlayan, geleceğin önemli(!) ve sözü geçen kişileri olacağı söylenen (gey) bloggerlar… ”

 

Bu kadar önem arz ediyor muyduk bilmiyordum açıkçası? Ama sırf bu ibareyle gururum okşansın diye blog açmayı ciddi şekilde düşündüm ki şuan bu yazıyı yazıyorum değil mi?

Bazı sanatçıların (yazar, şarkıcı vb.) bloglarına bakmıştım çok sıradan ve reklam kokan bir mutfak gibi geldi gözüme. Etliye sütlüye dokunmadan propagandavari bir hayat süregeliyordu bloglarında. Kimsenin hayat tarzını, hayatı ne tarafından yakalayıp nasıl yaşadıklarını yargılayacak değilim elbette ama milyarlar saçarak evlerine yaptırdıkları izolasyonu hayatlarına yaptırmaları bana dokunan tarafı sanırım. Keza hayatta izolasyon yok, gayet geçirgen, direkt kalbimize işliyor duyguların çoğu…  ama bunlardaki durum bildiğin “köy yanar deli taranır” modu.

 

Bu eleştiri demek değildir ki her blog bir şeyi savunsun, her blog yazarında azcuk aktivist ruhu bulunsun. Her iş ehlinin elinde güzel durur sonuçta. Ama hayatın başka bir yanı da vardır. Tek başına yaşamak, kendi istediğin hayatı özgürce yaşamak, dört duvar arasında kendine mutlu süsü vermek, hele ki yaşam tecrübesi ve hayat görüşü sınırlı kişilerde ufacık bir eleştiride tüm gardını alıp olayı kişiliğine yapılan bir saldırıymış gibi algılamasına yol açar.

Keşke dünya etlinin etine sütlünün sütüne göz dikmeyeceğimiz şekilde olsaydı. Hiçbirimizin suya sabuna dokunmasını gerektirmeseydi. Tek derdimiz biramızı nerede içip güneşimizi nerede sindireceğimiz olsaydı ya da şifonla hangi kumaşın kombininden ibaret olsaydı dünyamız… tamam, güzel eğlenceli şeyler ama hayatın sadece bu yanı yok görüp maruz kaldığımız. Eşcinseller eğlenmesini bilen zevklerine güvenilebilecek kişilerdir tamam ama sadece bunlardan ibaret değillerdir. Nitekim geylik eğlence biçimi değil hayatı yaşayış tarzıdır. Hayata baktığı penceresi gey olanların bu ülkede her zaman özgür olabilmesi gibi bir dünya yok! Bu yüzden bu ülkede sadece güzel, hoş yanlar bulunmuyor ne yazık ki ve burada blogger olmanın da bir sorumluluğu oluyor…

Kimse bunları yaparken afişe olmak durumunda değildir. –tebi kendini her bir halttan soyutlayacak derecede paranoyak değilsen.- bence yersiz bir kuşkudur.

 

Gelelim nasıl oldu bu sönmeye yüz tutan ateşin uyanışı. O okuduğum yazıdan bir not daha çıkarmıştım. “Çünkü biliyorduk ki biz hepimiz beraberken çok daha güçlüyüz” diye. Bu beraberlikte ha bir eksik ha bir fazlanın lafı yoktu daima fazlalık bizim için olumlu bir şeydi. Ben de çoğunlukla olumlu bir dünya görüşüne sahip olduğumu savunduğumdan buna kendimi katmak istedim. Aslında ateşimin sönmesinde yazılarımın konusunu henüz kestirememiş olmamdı. Ama bu yazıdan ve birden artan gey blog takip listemden sonra hafiften kabına soktum gibi kelimelerimi. Yazımın girişinde anlaşıldığı üzere aktivist bir ruha sahip olmaya niyetli değilim ama amatörce takılacağımın garantisini verebilirim. Çünkü beni etkileyenlere değinecem, değinmeliyim diye düşünüyorum.  Ama salt bir hak arayış bloğu olmayacak elbette. Kalem bana ait olduğundan fikirlerimin yanı sıra duygularım da akacak bu teknolojik ucu yanık sayfalara. Ben sadece kendimin yanında başka haberlerin de farkına varılması ve duyulması için yazmak istiyorum. İki satır yazımla da olsa okuyanları bu paylaşıma dahil etmek istiyorum. Eminim ki gey bloggerları daha değerli kılan da bu açı olacaktır.

Şuan zamanında sönen içimdeki blog açma ateşine hayıflandığım gibi ilerleyen zamanlarda da “imkânım vardı ama kılımı kıpırdatmadım!” demek istemiyorum…  ve bu bahaneyle aranıza katılmayı arz ediyorum.

Bloğumda, hayata baktığım pencerenin yanında hayal kurgulayıp düşüncelerimi hatta bakmaktan ileri gidip yaşadıklarımı, yaşadıklarımla edindiğim duyguları ve tecrübeleri, bu olguların bana verdiği olgunluklarımı paylaşacağım yüzeysel olarak söylemek gerekirse. Belki daha da ileri gidip tanıştığım kişilere özelime de inebilirim ne de olsa “günlük” diye geçmiyor mu diğer adı bu meletin ama okuyucular olaraktan sizi bir konuda uyarmak isterim. Ben ki bu kadar uzun yazı yazdığıma bakıp aldanmayın pek nesir takılan birisi değilimdir, dizelerimi daha çok severim. Bu yazıyı bile haftalardır planlayıp 2 günde bu satırına gelebildim neyse ki sonunda sonunu görebildim. Şimdiden iyi okumalar umarım uzun soluklu bir yazın hayatı beni bekliyordur. İlk yaptığım işlerdeki evhamlı halimi sanırım annemden almışım.

 

 Hadi hayırlısı bakalım. Bereketi sizden bunu unutmayın yorumlarınız bereket tanrısı tarafından ödüllendirilecektir(elbet bir gün).
 
 
 

 

 
Blogger Witget