 |
size bahsettiğim daş :) sevimli değil mi ama? |
Sırrı dökük aynanın arkasından bakıyorum kendime, yüzümde
hiç güzel durmayan üryan yalnızlıklar. Baş ağrısıyla yaşanan küçük artçı
sarsıntıların ardından, nereden geldiğini bilmediğim bir sesle ürperiyorum.
“Hesaplaşma zamanı, bütün yaşamın şu anda gözlerinin önünden
geçiyor. Benim kim olduğumu iyi biliyorsun. Ana rahmine düştüğün andan itibaren
öğretilen tek gerçeğinim ben, korkulan ve akla geldiği anda, aniden
düşüncelerden uzaklaştırılmak istenen tek doğruyum. Fikrinden ince
kırıklıklarla geçen; yarısı beyaz, diğer yarısı zifiri karanlık anlarında var
olan, hiçbir zaman hayali kurulmayan, düş olarak bile kabul edilmeyen, korkak
bir tebessümle karşıladığın; evet aklından şu an geçen korkunum ben.
Evet, benim adım ölüm…”
Adak ağaçlarımı görüyorum. Her bir düğümde, zihnimden
geçenleri seyrediyorum. İçtenlikle istediklerimi ve edepsiz şımarıklıklarımı…
Aynanın arkasından ne kadar da net görünüyor.
Durmaksızın çağlayan bir şelalenin ardından, gözlerim bir
hale birikintisiyle parıldıyor. Annemin, kardeşim ve benim için hazırladığı
şekerli kurabiyeleri herkesten habersiz mahallemizin bakkalından aşırdığımız
sakızları görüyorum. Komşumuzun oğlu Cem’in bizi korkutmak için ara sokaklarda
patlattığı kız kaçıranların gölgeli ve tehlikeli melodisini fark ediyorum. Oynadığımız
çocuk oyunlarının en zevkli yerinde, annemizin akşamın zifire düşmesiyle; ‘Hadi
kızlar eve artık, yeter sabahtan beri doyamadınız sokağa ’ diye seslenişleri
duyuyorum.
Puslu bir vakitteyim.
Buraya nasıl geldiğim konusunda hiçbir fikrim yok. Tek
hatırladığım yakın dostum Gaye’nin nişan töreninden dönüyordum. Arabanın
camından gökyüzünü seyrederken; arkadaşlarımdan gecenin yıldızlara olan
imkansız aşk hikayesini; alkolün
vücutlarında bıraktığı derbeder ruh haliyle dinliyordum.
Genzimde oluşan acı kızıl tadı ve rüzgarın uğultusunun
yamalı yüreğime bıraktığı serin ayazların dokunuşunu hissediyordum. O an
içimdeki mağaradan gelen aynı sesin sessiz yüzüyle tekrar çarpışıyorum.
"Seni birçok defa affettim. Kendi kendini idam etmeye
kalkıştığın anlarda bile…
Bu idamlar ki, illaki beden ölümü değildi. Çok defalar
anlamsız yürek kanamalarıyla sana emaneten verilen bu hayatın haritasına
değerini anlayamayacak kadar kör ve yabancı kaldın. Oysaki sana sonsuz imkanlar
verilmişti. İsteklerinin ardında senin için edilen dualarla ayakta
durabileceğinin bilincinde olamadın. Bu sebepten de, yaşamaya değer her an’a
uzaktan ıska geçtin."
Aynadaki suretime bakarken saçlarımın arasındaki beyaza
vurmuş, kahır dokunuşların sızlayan çırpınışı karşısında şaşkına dönüyorum. Otuzlu
yaşlarımı sürerken, bu zamansız izlerin kabuğundan sıyrılmayı ne kadar çok
istediğimin farkına varıyorum. Terke alışkın yüreğim, söz konusu kendi olunca
neden hiç bilmediği bu yerden başını alıp gidemiyor? Oysaki hesapsız ve
zamansızca çekip gidilen an’larda, geride kalan fersiz bir hayat olma
alışkanlığı, genellikle hüznümün yarım kalmış parçasını oluşturuyordu.
Yine o ses… derin ve soğuk.
“Hatırlıyorsun değil mi? Ana rahmine düştüğün o vakit,
etrafındaki meleklerin senin için söylediği bestesi olmayan notasız ezgileri? Kandil
ışığı altında annenin yakın yarenlerinin sana dokunuşlarında yaşadığın çekimser
korkularını, kundağındaki küçük meleklerin bir çırpıda yok ettiği o emsalsiz
anları hatırlıyorsun değil mi? Uyku halindeyken; kötü kabuslardan seni alıp, o
küçücük yüreğine bundan sonra gelecek her yaşın için planlar yaparak başını
hüzünler kadar sevinçlerle bağlayan, leylak kokulu masal perini hatırlıyorsun
değil mi?”
Hatırlıyordum. O sıcak dokunuşları…
Henüz onların dünyasına katılmamıştım. Annemin, beni
öğrendiği ilk an’da ellerini karnı üzerinde dolaştırdığında, bana gönderdiği
gizli notaların kıpırtısının içime akışını ve bu kalp çarpıntılarının adının
sevgi olduğunu henüz bilmiyordum. Şafak vakitlerinde her sabah erkenden uyanıp,
sessizce sevişlerini, benimle konuşmalarını ve bana olan meraklı özleminin
sancılarını biliyordum. Onların hayatlarına katıldığımda adı sanı belli olmayan
bu çarkın zincirleme oyunlarına alet olacağımın farkında bile değildim. Hafızamda
ne kadar çok açılmayan kapılar varmış. Zaman, kapalı kapılar ardından beni
seyrederken, tepeme binmiş kaygılar ve korkularımla gelecek zamanlardan habersiz
planlar yapmışım. Aynanın arkasından kendi yaşamıma ve geçmişime bakmanın
ezilmişliği ve hiçliği karşısında, parlak sandığım geleceğin planları içinde batağa
saplanan o mahzun hayallerime gecikmenin ağrılı haliydi yaşadığım.
Hafif bir meltem esintisiyle derinlerden gelen o tok ve
ürpertici sesle sarsılıyorum.
“Ne kadar çabuk tüketme çabası içine girmiştin yıllarını. Planlar
yaparken bizler sana gülüyorduk.
Kurduğun hayalleri gerçekleştirmek için birkaç defa fırsatlar verildi sana, ama
yaşamın efsunlu akıntısına kendini kaptırmıştın. Üniversiteden mezun olduktan
sonra sana cömertçe sunulan, iş teklifini hatırlıyor musun? Ardına bile bakmadan
sana verilen işi küçümseyip senin geleceğin için kaygılanan ailenle alay
etmiştin. Bilmiyorsun oysaki babanın ciğerlerine ilk düşürülen o tedavisi
olmayan hastalığın sebebini? Senin acılarında ve hüzünlerinde o kadar çok
boğulmuştu ki, gönlünü sana meftun etmesini o kadar bencilce harcıyordun ki bir an önce
onda kanayan bu yaradan kurtulmasını sağlamamız gerekti. Babanın içinde çoğalan
o sancılı derin yaranın sebebi senin
edepsizce ve anlamsızca önüne sunulan yaşam tuvaline attığın yanlış fırça
darbeleriydi. İşte sırf bu yüzden babanı yanımıza aldık. O şimdi inan çok daha
huzur dolu… “
Gözlerimin önünde belli belirsiz, üzerinden sıkıca
kapatılmış ve kilit vurulmuş bir kapı aralandı. Babamı yirmi üç yaşında
kaybetmiştim. O geceyi ömrüm boyunca hatırlayacaktım. Şu an karşımda,
paramparça olmuş o vakti teker teker bir araya geliyordu. Erkek arkadaşımla bir
partiden dönerken içime çektiğim ot kokusunu fark eden annemin, babamdan
gizleyerek beni arka kapıdan eve alışını ve annemin sessiz olmaya çalışan
haykırışlarını, babamın hasta yatağında duyup o kabus gecenin sabahında
içindeki ıssızlığı tamamen karanlığa gömüşünü, kehribar gözlerini sonsuza dek
kapatışını yırtılan bu ahir zaman diliminde tekrar görüyordum.
Birden saklananlar ve sırlar, aynanın diğer bir köşesinde
tek tek ortaya çıkıyor. Şaşkınlığım ve öfkem şiddetleniyor. Babamın herkesten
saklamayı başardığı tek gerçek ortaya çıkıyor. Ben, her şeyin anlamını yitirdiği
o günah gecesinde annemi evimizde başka bir kadınla aldattığını görüyorum.
Babamın beni bu görüntüyü unutmam için defalarca bana
gönderdiği hoyrat tokatlar tekrar çarpıyor yüzüme. Hıçkırıklarımın sesi
duyulmuyor. Tek duyduğum o ses, yeniden derinden çağlıyor. Bu defa daha hoyrat
ve öfkeli…
“Zavallı küçük erkek, şu an haykırsan da bu koca semada
sesini biz meleklerden başka duyan yok. Anlamsız gözyaşların. Gözpınarlarından
akan yaş değil oysaki… Şiddetlenen ama ne yapacağını bilemeyen küçük bir nehrin
büyük akarsulara kavuşma isteği. Geç kalınmışlık nedir bilir misin?
Bilmiyorsun… Şu an canını yakan, her hücrende soluk alıp vermeyi engelleyen
aldanışlarının günahını ve bu yüzden bir başka yüreği cezalandırmanın bedelini
nasıl ödeyeceksin? Hayatına giren sana deli divane tutkun o adamdan, babanın
anneni aldatmasının intikamını almaya çalışarak içinde büyüttüğün yalnızlıkları
bir çukura atıp oradan çıkamayışlarını zevkle seyrederken acı çekmedin. Öyle ki
biz her ölümlüye eşit derecede sevgiyi ve öfkeyi verdik. Sen katlettin içindeki
sevgiyi…”
‘Sırılsıklamdım o gece. Annemin intikamını alıyordum.
Şiddetli yağan yağmurun üzerimdeki sorgusuz bıraktığı yas dolu etkisiyle…
‘Gitme…’ diyordu
sevdiğim adam.
Gitmeliydim...
Bu hikayenin sonunu en başından biliyordum. Bile bile bütün
öteki erkeklerden intikam almak ve her erkeğin ikinci bir erkek olabileceği
gerçeğini ispat etmek ve diğer erkeğin acı dolu yüreğinde kanamamak için, bana
delice aşık olan bu adama veda ediyordum. Hesapsızca aniden, herkesten ve kendimden
bile gizlediğim yüreğimin gizli
köşesinden bir çığlık yükseliyor…
Bu ses tanıdık, bana yakın. Evet, bu benim iç sesim… Kocaman
bir seslenişin ardından, haykırışlarım bu defa gerçek ve yalansız gün yüzüne
çıkıyor. Karşımda bütün asaletiyle duran, göremediğim adını bile telaffuz
etmekten çekindiğim sorgu meleklerine kafa tutarcasına üzerime yapışan bu
yaftanın haksız yenilgisi karşısında direniyorum.
İtirafım: Evet Haklısın…
İlk başlarda bu kadar yürekli değildi adımlarım. Ne kadar
gerçekçi davranmışım ki, sizler dahi inanmışsınız bu oyunumdaki sahte rolüme. Bende
olan ne varsa vermiştim sevdiğim adama… Sevdiğim adam diyorum, çünkü gerçekten
sevmiştim… İlk başlarda sıradan ve diğerleri gibi intikam almak için kurulan
bir yap-boz oyunuydu, kabul ediyorum. Takatim kalmamıştı yalancı yüreklerde
sevgi dilenmekten. Kendimle baş başa kalmaktan korkar olmuştum, sevgisizliğin
ve ilgisizliğin bir hastalık gibi kanımda dolaşmasının intikamını almaya
çalışıyordum. Bir sınır çizgisinde olduğumu onun yüreğiyle karşılaşınca
anladım. Hayal bile edemeyeceğim güzellikteki yüreğinde kendimi kaybetmekten
korktuğum için, onun karşısında küçük bir oğlan çocuğuna dönüşen ağlayan ve
tükenmeye başlayan cüssemle ondan kaçtım.
Sessizlik…
O an’da oluyor her şey, etrafımda gerçekleşen olayların
farkına varmaya başlıyorum.
"Küçük, bu son oyunda kartlarını açık oynadın. Yıllarca
yalanlar ve aldanışlar üzerine kurduğun bu dünyandan, tanrıya borçlu olduğun
sevginin sadakatinin gerçekliğini, bu vakitte gösterdin. Şimdi korkma. Yüzünü
fırlatıp at, düşlerini ve hayallerini çıkar gözlerimin önüne hadi. Gözlerime bak… Her şeyi anlatacağım sana korkma. Bir trafik
kazasıyla alıyoruz şimdi seni yanımıza, sen ve ben başka kimse yok
Korkma...
Hayatın iki gerçek üzerine kurulu olduğunu anladın sen bu
ahir zamanda… Aile sevgisi ve aşk, hesapsız yalansızca. Gözlerime bak ve sakın korkma."
Ölümü
gördüm. Tanıdık bir yüzdü öyle ki kabul edip aldım içime. Şimdi ben soğuk bir
güz döneminde bedenimi toprağa veriyorum. Fersiz bir gecenin içinden miadını
doldurmuş hüznümle yüzümde hiç eksilmeyen üryan yalnızlıklarla terke gidiyorum.
Hiç kimsenin bilmediği o farklı yaşamda gerçek olmuş hayallerim, düşlerimle ve
keder kokan şarkılarla raks edip büyük bir coşkuyla susuyorum…